Upton Sinclair (tam adıyla Upton Beall Sinclair Junior), 20 Eylül 1878’de ABD’nin Maryland eyaletinin Baltimore kentinde doğdu. Babası o dönemde içki ticareti yapıyor ve alım satımıyla uğraştığı şeyi haddinden fazla tüketiyordu. Upton Sinclair, otobiyografisinde, babasının alkolizm problemi hakkında şunları yazar: “Bu durum benim çocuk ruhumda silinmez bir iz bıraktı ve içki karşıtı olmamın nedeni işte budur.”
Annesiyse, Anglikan Kilisesinden türemiş olan Episkopal Kilisesine bağlıydı ve çay, kahve ve içki içmezdi. On yaşında okula başlayıncaya kadar oğlunun eğitimiyle bizzat ilgilendi. Küçük Sinclair beş yaşında okumayı öğrendi ve annesinin kitaplarını okumaya başladı. Okula kaydedildiği tarihte, kendi ifadesiyle, “aritmetik dışında her şeyi” biliyordu. İlkokulda sekiz sınıfı (grade) iki yıldan daha kısa bir zamanda bitirdi. Liseye kabul edilmek için gerekli yaşa ulaşmamış olduğundan, ilkokulun son sınıfını bir kere daha okumak zorunda kaldı. On dördüncü doğum gününden birkaç gün önce City College of New York adlı liseye girdi. Liseden 1897’de mezun oldu.
Tam bir kitap kurduydu. İki haftalık bir Noel tatilinde, Shakespeare’in bütün eserlerini ve Milton’un bütün şiirlerini okudu. Daha sonra, iki yıl devam ettiği Columbia Üniversitesinde hukuk öğrenimi yaparken, altı hafta içinde kendi kendine Fransızca öğrenip Musset, Daudet, Hugo, Flaubert, Balzac ve Zola gibi Fransız yazarlarını baştan sona bitirdi. Ayrıca, yine kendi çabasıyla, İtalyanca, İspanyolca, Almanca ve Esperanto dillerini öğrendi. Lise ve üniversite yılları boyunca, ailesinin bozuk mali durumu nedeniyle, masraflarını çıkarmak için gazete ve dergilere değişik takma isimlerle yazılar, hikâyeler, romanlar yazdı, hatta karikatüristlere fikirler sattı. Günde sekiz bin kelime yazıyordu. Columbia Üniversitesini bıraktıktan sonra, ticari açıdan başarısız olan ama eleştirmenlerce iyi karşılanan dört roman yazdı: King Midas (1901), Prince Hagen (1902), The Journal of Arthur Stirling (1903), Manassas (1904).
1906’da, ABD et sanayisindeki kötü çalışma ve sağlık şartlarını teşhir eden The Jungle romanıyla ün kazanmaya başladı. Kısmen bu kitabın yarattığı toplumsal tepki sonucunda, ABD Kongresi aynı yıl içinde Temiz Gıda ve İlaç Yasası ve Et Denetim Yasası adıyla bu sektöre yönelik yasal düzenlemeler çıkardı. Sinclair’in romanda tasvir ettiği sağlık ve hijyen şartları o kadar berbattı ki bunların açıkça gösterilmesi ABD et ürünlerinin hem yurt içindeki hem de yurt dışındaki satışlarının yarı yarıya azalmasına neden oldu. Jack London bu kitabı “ücretli köleliğin Tom Amcanın Kulübesi” diye adlandırdı. Harriet Beecher Stowe’un romanı toplumun dikkatini kölelik sorununa nasıl çektiyse, Sinclair’in romanı da ABD ekonomisinde işçi sınıfının maruz kaldığı insanlık dışı çalışma şartları hakkında benzer bir uyanış veya bilinçlenme yaratacaktı. Ama sonuç tam olarak böyle olmadı. Kongrenin çıkardığı yasal düzenlemeler, daha çok, et üretiminin hijyen yönünden iyileştirilmesini hedefliyordu. Nitekim, Sinclair bu konuda daha sonra şöyle diyecekti: “Toplumun kalbini hedef aldım, ama kazayla midesinden vurdum.”
Upton Sinclair, bu romanını yazmak için, Şikago’nun mezbahalarında gerçek kimliğini gizleyerek yedi hafta çalışmıştı. Roman bestseller olunca, kazandığı parayla New Jersey eyaletinin Englewood kentinde, çeşitli aydınların ve sanatçıların katılımıyla, Helicon Home Colony adlı ütopyacı bir komün, bir ortak yaşam topluluğu kurdu. Bir yıl kadar sonra, 1907’de, kuşku uyandırıcı bir yangın komünün binalarını ve tesislerini yok etti.
The Jungle için yapmış olduğu gibi, 1913-14’te Colorado kömür madenlerine defalarca giderek gözlemler yaptı ve King Coal (1917, Kömür Kralı) romanını kaleme aldı; ve daha büyük, daha tarihî nitelikte bir roman olan The Coal War (ölümünden sonra, 1976’da basıldı) üzerinde çalışmaya başladı. The Brass Check (1919) romanında, ABD basınındaki yozlaşmayı ve tek yanlılığı kıyasıya eleştirdi. A Captain of Industry (1906) de benzer temaları işler. Oil! (1927) adlı romanı Sinclair’in en beğenilen, en çok okunan eserleri arasında yer alır. 2007 yılında, There Will Be Blood adıyla sinemaya uyarlanmıştır. Paul Thomas Anderson’un yönettiği, başrollerde Daniel-Day Lewis ve Paul Dano’nun oynadığı bu film sekiz dalda Oscar ödüllerine aday gösterildi ve iki dalda ödül kazandı. Upton Sinclair’in sinema alanında da çalışmaları vardır. 1920’lerde birkaç filmin senaryosunu yazdı ve yapımcılığını üstlendi. 1930’da, ikinci karısı Mary Craig ve Charlie Chaplin ile birlikte, Ayzenştayn’ın çekeceği Que viva Mexico! (Yaşasın Meksika!) adlı filmin yapımına katıldı (Yapımcılar ile yönetmen arasındaki anlaşmazlık nedeniyle bu film projesi başlangıçta tasarlandığı gibi uygulanamadı).
Boston’da, Bartolomeo Vanzetti ile tanıştı; ondan “hayatımda tanıdığım en bilge ve en kibar insanlardan biri” diye bahsetmiştir. Yordam Edebiyat okuyucularının mutlaka bilecekleri gibi, Vanzetti –diğer bir İtalyan göçmen olan Nicola Sacco ile birlikte– aslında işlemediği bir soygun suçundan yargılanarak idama mahkûm edildi. Upton Sinclair, 1927’de infaz edilen Sacco ve Vanzetti’nin hikâyesini, en güzel romanlarından biri olan Boston’da anlattı (1928).
Sinclair, yalnızca bir fikir ve sanat adamı değil, aynı zamanda bir eylem ve politika adamıydı. Başta sosyal adalet ve eşitlik olmak üzere inandığı davaları hem yazdıklarıyla hem de siyasi faaliyet yoluyla savundu. Bu konuda şöyle demiştir:
Politika ve ekonomide, bu yüzyılın başında Sosyalist hareketi keşfettiğim günden beri neye inandıysam aynı şeye inanıyorum. İnançlarıma yüze yakın kitabımda ve risalemde ve sayısız makalemde yer verdim. Kitaplarım kırk dile çevrildi ve milyonlarca insan tarafından okundu. O milyonlarca insanın kitaplarımda buldukları, yalnızca bir sosyal adalet savunusu değil, gerçek sosyal adaletin ancak demokratik süreç yoluyla başarılabileceği ve sürdürülebileceğine dair sarsılmaz bir inanıştır.
Upton Sinclair, 1901-1972 yıllarında faaliyet göstermiş olan Sosyalist Partinin üyesiydi, fakat 1917’de partiden ayrıldı çünkü ABD’nin Dünya Savaşına girmesini destekliyordu, partiyse buna karşıydı. Savaşı bitiren barış antlaşmalarının ileride daha büyük bir felaketin kapısını açtığını gören Sinclair, o kararından pişman olarak partiye geri döndü. Sosyalist Parti listesinden 1920’de Temsilciler Meclisine, 1922’de Senatoya aday oldu ama seçilemedi (1906 yılında da, aynı partinin adayı olarak Temsilciler Meclisi seçimine katılmıştı). Yine aynı partiden, 1926 ve 1930’da Kaliforniya valiliğine aday oldu (1926’da 46.000 oy, 1930’da 60.000 oy aldı, fakat seçilemedi). 1934’te, bu defa Demokratların adayı olarak Kaliforniya valilik seçimine yine girdi, çok başarılı bir kampanya yürüttü (End Poverty in California [Kaliforniya’da Yoksulluğa Son] adı verilen bir programla) ve 880.000 kadar oy aldı (tüm oyların yaklaşık yüzde 38’i), fakat yine kaybetti. Hollywood ve basın patronları bu seçim kampanyasında Sinclair aleyhine son derece ahlaksızca bir savaş açtılar. Onu “komünist” olarak yaftaladılar, kazanırsa eyaleti “sovyetleştireceğini” iddia ettiler. Sosyalist Parti de, başka bir partiden aday olduğu gerekçesiyle Sinclair’i ve onu destekleyen üyelerini ihraç etti. Bunun üzerine Sinclair faal siyasetten çekildi ve yine edebiyata döndü. 1934’teki valilik seçimi tecrübesi hakkında, 1951’de şöyle yazdı:
Amerikan halkı sosyalizmi kabul edecek, ama onun adını kabul etmek istemiyor. Kaliforniya’da Yoksulluğa Son adlı seçim kampanyamda bunu kesinlikle kanıtladım. Sosyalistlerin adayı olarak 60.000 oy almıştım; Kaliforniya’da Yoksulluğa Son sloganıyla yürüttüğüm kampanyada ise 879.000 oy aldım. Öyle sanıyorum ki düşmanlarımızın Büyük Yalanı yaymakta başarılı oldukları gerçeğini tanımak zorundayız. Buna cepheden saldırmanın faydası yok, onların yanından geçip yolumuza devam etmek çok daha iyi olur.
Upton Sinclair, 1940-53 arasında, Lanny Budd adlı bir kahramanın etrafında gelişen ve kronolojik bir sırayı takip eden 11 roman yazdı. Amerikalı bir silah imalatçısının oğlu olan Lanny, olaylara tanıklık etmekle kalmayıp aynı zamanda bunlara sıklıkla yön veren, dünya liderlerinin (Hitler, Mussolini, Churchill, Roosevelt, Stalin vb.) güvenini kazanıp onların sırlarını paylaşan, her kültürden ve sosyal sınıftan insanla kolayca yakınlık kurabilen, birçok yabancı dili konuşan bir karakter olarak, popüler kültürdeki “Çirkin Amerikalı” stereotipinin bir antitezidir âdeta. Sinclair, bu karakteri, yirminci yüzyılın ilk yarısında ABD ve Avrupa’daki önemli olayların içine yerleştirir. Lanny Budd romanları, yayımlanmalarından hemen sonra bestseller oldu ve yirmiden çok ülkede çevirileri basıldı.
Serinin üçüncü kitabı olan ve ilk Türkçe çevirisini yaptığım Dragon’s Teeth (Ejderhanın Dişleri), 1943’te Pulitzer Roman Ödülünü kazandı. Yıllardır baskısı tükenmiş ve neredeyse unutulmuş olan bu ilginç romanlar 2016’da e-kitap formatında yayımlanmıştır. 1913’ten 1949’a kadar dünya tarihinin en önemli olaylarını konu alan, 7.364 sayfalık ve aşağı yukarı dört milyon kelimelik bu edebiyat fenomenini oluşturan 11 romanın başlıkları ve basım yılları şöyledir: World’s End (1940), Between Two Worlds (1941), Dragon’s Teeth (1942), Wide is the Gate (1943), Presidential Agent (1944), Dragon Harvest (1945), A World to Win (1946), Presidential Mission (1947), One Clear Call (1948), O Shepherd, Speak! (1949), The Return of Lanny Budd (1953).
Upton Sinclair, fildişi kulesinde yaşayıp giden bir edebiyatçı, Marcel Proust tarzında bir “estet” değil, bir dava insanıydı; daha doğrusu birçok davayı tutkuyla savunan bir yazardı: temiz ve sağlıklı et ürünleri (kendisi bir vejetaryen olsa da), güçlü sendikalar, doğum kontrolü, içki karşıtlığı, barışçıl ve evrimci türden bir sosyalizm, dürüst bir basın, ahlaklı ticaret ve sanayi, vejetaryenlik, zihinsel telepati ve ispritizma, eğitim reformu ve yurttaş özgürlükleri… Bu davaları, kitaplarıyla, risaleleriyle, binlerce konferans ve konuşma yoluyla ve seçim kampanyalarıyla kitlelere benimsetmek için çalıştı; ama hepsinden daha çok, coşkuyla savunduğu “sosyal adalet” düşüncesini:
Fransa’daki Calais limanını İngiltere’nin elinde tutmayı başaramayan Kraliçe Mary, öldüğünde kalbinin üstünde “Calais” sözcüğünü yazılı bulacaklarını söylemiş. Ben öldükten sonra benim kalbimi incelemeye tenezzül edecek bir kimse olur mu bilmiyorum, ama eğer incelerlerse orada yazılı iki sözcük bulacaklar – “Sosyal Adalet”. Çünkü ben buna inandım ve bunun için mücadele ettim.
Sinclair’in eserleri dünyanın belli başlı tüm dillerine çevrildi ve milyonlarca satıldı. Hatta yurt dışında en çok tanınan ve okunan Amerikan yazarlarından biriydi. İlginçtir ki Sovyetler Birliği’ne karşı hayli eleştirel bir tutum aldığı halde (1938’de basılan Upton Sinclair on the Soviet Union kitabında bunu görebiliyoruz), kitapları orada da basılıyor ve olumlu karşılanıyordu. Ülkemizde de –1939’dan günümüze kadar– bazı kitapları çevrilip basılmış olan Sinclair, ölümünden birkaç yıl önce, kendi yazarlık kariyerinin ekonomik yönü hakkında şöyle demiştir:
Hayatım boyunca yaklaşık bir milyon dolar kazandım ve bunun hemen hepsini harcadım – inandığım davalar için, yayımlatmak istediğim kitaplar için ve satılacağını sandığım ama satılmayan kitaplar için.
Özellikle ilgilendiği konulardan biri de sağlıklı beslenmeydi. Farklı diyetler ve (sağlık amaçlı) oruç tutma denemeleri yaptı. Bu konuyu bir diğer bestseller kitabı olan The Fasting Cure (1911) adlı eserinde işledi. Dönemsel olarak oruç tutmanın sağlık için önemli olduğuna inanıyordu. Esas olarak çiğ sebzeler ve kuru yemişlerden oluşan bir beslenme rejiminden yanaydı. Uzun dönemler boyunca, tam bir vejetaryen diyeti uyguladı. Hayatının son yıllarında, günde üç öğün, sadece kahverengi pirinç, taze meyveler ve kereviz (bunların üstüne süt tozu veya tuz serpilerek) ve içecek olarak ananas suyundan oluşan bir diyeti sürdürdü. Bu sayede, sağlıklı bir adam olarak yetmişli yaşlarına dek başarıyla tenis oynadığı söylenir. 25 Kasım 1968’de New Jersey eyaletinin Bound Brook kentinde bir huzurevinde hayata veda etti. Kendi hayatını The Autobiography of Upton Sinclair (1962) ve My Lifetime in Letters (1960) kitaplarında anlatmıştır.
Kitaplarımı okuyanlar, her zaman işlediğim bir tema olduğunu bilirler: sosyal sınıflar arasındaki tezat. Romanlarımda, her iki dünyadan –hem zenginler dünyası hem de yoksullar dünyasından– karakterler vardır ve olay örgülerim, sizi, birinden diğerine taşıyacak biçimde tasarlanmıştır. Bunu şöyle açıklayabilirim. Belleğimin izin verdiği kadar geriye gittiğimde, benim hayatım Sinderella masalındaki gibi bir dizi dönüşümlerden oluşuyordu; bir gece, ucuz bir pansiyonda, böceklerin kemirdiği bir divanın üstünde, ertesi gece, son moda bir evde ipek örtüler altında uyurdum. Babamın o haftaki geçimimiz için yeterli parası olup olmadığına bağlıydı her şey.