Sepetim (0) Toplam: 0,00 TL

Taner Timur’dan “Popülizm Dalgası, Sivil Darbeler ve Osmanlı Hülyası”

Söyleşi: Yeşim Dinçer, Cumhuriyet Kitap, 14-05-2020

“Popülizm Dalgası, Sivil Darbeler ve Osmanlı Hülyası” başlıklı kitabınızda 2016-2020 yılları arasında dünya düzeninde bir dönüşüm yaşandığı tespiti yer alıyor. Bu dönüşümün ipuçları ya da sinyalleri sizce neler?

Dönüşümün uluslararası plandaki en çarpıcı işareti 2016 yılında ABD’de Donald Trump’ın iktidara gelmesi oldu. Açıkça faşist fikirler taşıyan bu iş adamının başkanlık koltuğuna oturması ülkesinde bile çoğunluk için acı bir sürpriz oldu. “Çoğunluk” diyorum, çünkü Trump, rakibi Hillary Clinton’dan üç milyon kadar daha az oy aldı ve ancak seçim sisteminin azizliği ile Beyaz Saray’a çıkabildi.

Yine de 63 milyona yakın Amerikalının, seçim kampanyasını ırkçı, seksist, islamofob tezlere dayandıran bir demagoga oy vermesi, tüm dünyada, özgürlük savaşları için büyük bir tehdit oluşturdu. Kaldı ki dünyada faşizan akımlar zaten gelişme halindeydi; Trump bunlara sahip çıktı ve liderleriyle kişisel “dostluklar” kurdu. Doğrusu onların da buna ihtiyacı vardı ve bu “dostluğu” otokratik yönetimlerini güçlendirme yönünde kullanmaya başladılar.

ALLAH’IN LÜTFU

Yine de umut verici gelişme şu oldu: “Amerika’yı tekrar büyük yapmak!” sloganıyla iktidara gelen Trump, “tweet”leri, konuşmaları ve icraatıyla yönetimini gülünç kıldı ve alay konusu yaptı. “Başarılı” gibi sunulan iktisat politikası da Korona salgınına karşı savaş şekliyle bir iki ay içinde çöktü.

“Dönüşüm”ün Türkiye’deki sinyalini de yine 2016 yılında yaşanılan darbe girişimi oluşturdu. Darbenin başarısızlığı kuşkusuz çok partili hayatımız açısından çok olumluydu; ama ne var ki Erdoğan’ın “Allahınlûtfu” dediği bu başarısız girişim, arkadan da iki yıl sürecek olan bir OHAL yönetimine yol açtı. Böylece Türkiye, eşi benzeri görülmemiş bir “Başkanlık” sistemine OHAL yönetimiyle geçti ve Erdoğan da yine bu yönetim altında yeni rejimin cumhurbaşkanı seçildi.

Darbelerden söz edildiğinde aklımıza ilk gelenler, demokratik kurumların henüz oturmadığı “çevre” ülkeler oluyor. Burjuva demokrasilerinin krize girdiğini; dahası Fransa (Macron) ve ABD (Trump) örneklerinden hareketle, bu ülkelerde sivil darbelerin yaşandığını söylüyorsunuz. Bunların tezahürleri neler?

Son dönemde bazı ileri kapitalist ülkelerin geleneksel parti sistemleri çöktü ve kendilerini sağ-sol ayrımının dışında gören birtakım demagojik hareketler iktidar oldu.

AKP, BEŞ YILDIZ AKIMININ İLK ÖRNEKLERİNDEN

Örneğin Trump, Cumhuriyetçi partinin olağan çizgisi dışında bir adaydı; fakat bir kez seçimi kazanınca, partisi de onun demagojik popülizmine teslim oldu. Fransa’da ise Sosyalist Parti’den gelen Macron başkanlık seçimini kazanınca yepyeni bir parti kurdu. Milletvekili adayı olmak isteyenler kendisine  CV’lerini yolladılar, o da teker teker inceleyerek aday listesini hazırladı. Şu anda Fransa parlamentosunda çoğunluğu bunlar oluşturuyor.

AlainBadiou bunu bir bakıma darbeci III. Napolyon rejimine (1851-1870) benzetiyor ve “III. Napolyon’dan beri ilk kez bir ‘parti’nin bir ‘aday’a değil de, bir ‘aday’ın bir ‘parti’ye sahip olduğunu” söylüyor! Aslında daha da geriye gidersek, bunun ilk örneğini 2009’da İtalyan komedyeni BeppeGrillo’nun yarattığı “Beş Yıldız” hareketinde görüyoruz! Bu “siyaset dışı!?” hareket de 2018 Mart’ında İtalya’da büyük bir zafer kazandı. Bir bakıma, bizde “gömlek değiştirerek” 2002 yılında hızla iktidar olan AKP de bu akımın ilk örneklerinden biri sayılabilir. Oysa Batılı bir referans teşkil etmediği için bu kategoride adı geçmiyor.

Brezilya’da Bolsonaro, Hindistan’da Modi, Macaristan’da Orban, Türkiye’de Erdoğan gibi liderleri birleştiren ortak bir ideoloji var mı sizce?

Bunların ortak bir ideolojileri olduğu söylenemez, fakat ortak bir tutkuları olduğu kesin: mutlak iktidar! İdeolojik planda ise gelişme düzeyleri ve uluslararası konumlarına göre her biri farklı bir söylem geliştiriyor. Bununla beraber hiçbiri, 1930’ların faşist liderleri gibi, açıkça demokrasi düşmanlığı yapmıyor ve bu yüzden yönetimleri de daha çok “otokrasi”, “diktatörlük”, “otoritarizm” gibi sözcüklerle tanımlanıyor.

Emperyal geçmişi olan ülkeler referanslarını tarihte arıyor; örneğin Putin, “Büyük Petro”; Erdoğan, “Abdülhamid” diyor. Darbeler ülkesi Brezilya’yı da, daha önceki darbeleri yeterince şiddet kullanmamış olmakla suçlayan Bolsonaro yönetiyor.

AB üyesi Macaristan’da ViktorOrban “otokrasi”sini yeni bir anayasa ile kurdu; Hindistan’da ise NarendraModi, Budistleri, Müslümanları, Sihleri yok sayarak, “Hindu milliyetçiliği” diyor, başka bir şey demiyor!Uluslararası kapitalizmin 2008 krizinden sonra bir türlü toparlanamamış olması ve kırılgan ekonomileri, bu ülkelerde zaten bu türlü demagojiye zemin hazırlamıştı.

“TUTARLILIĞIMIZ ‘POST-TRUTH’, HÜLYAMIZ OSMANLI”

Kitapta yer alan yazıların önemli bir kısmı da Türkiye’nin son dönem dış meselelerine ayrılmış. Büyük iddiaları bir yana bırakırsak, dış politikada tutarlı bir çizginin ya da bir hedefin varlığından söz edebilir miyiz?

Gerçekçi planda elbette yok; fakat “büyük iddia”ları da bir yana bırakamayız ve bu planda bir “tutarlılık”tan söz edebiliriz. Oysa bu da “post truth” bir tutarlılık oluyor ve temelinde de bir “Osmanlı hülyası” yatıyor. Emperyal geçmişimizle doğru dürüst bir hesaplaşma yapamadığımız için bu hülya da kitlelere hâlâ cazip geliyor.

Putin ile Trump arasındaki “dostluk ve rekabet” ilişkileri Erdoğan için elverişli bir zemin oluşturunca, o da bunları birbirine karşı kullandı ve bir telefon diplomasisi yürüterek sanki dünyayı yöneten birkaç liderden biriymiş gibi bir hava yarattı. Ne yazık ki gerçek dünyada bunun karşılığı yok ve dilerim devreye salgın ve iktisadi krizin de girmesiyle bu “hülya” önümüzdeki dönemde bir kâbusa dönüşmez.

Kitabınızın okurlara ulaşması, salgın ve karantina günlerine denk geldi. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” deniyor. Sizce de öyle mi?

İnsanlar tarihlerini kendileri yapıyorlar, fakat belli koşullarda yapıyorlar. Bugün Korona salgını da bu koşullara eklendi. Ne var ki geleceği yine de ulusal ve sınıfsal çatışmalar belirleyecek ve bu açıdan da maalesef önümüzde parlak ufuklar görünmüyor.

“SONUNDA ADALET VE ÖZGÜRLÜK KAZANACAK”

Aslında bu salgından çok daha korkuncunu insanlar yüz yıl önce yaşadı ve dünya nüfusu iki milyar bile değilken “İspanyol gribi”nden  50 milyon kadar insan öldü. Öyle ki sosyolog Max Weber, şair GuillaumeApollinaire, ressam Egon Schiele, romancı Franz Kafka, animatör Walt Disney de hastalığa yakalananlar arasındaydı ve ilk üçü bu yüzden hayatını kaybetti.

Aslında o tarihlerde sosyalist, antikapitalist partiler bugünkünden çok daha güçlüydü. Ne var ki Brecht’in ifadesiyle, kapitalizmin “iğrenç mahlûklarla dolu karnı” sonunda faşizmi doğurdu. Yanlış anlaşılmasın, asla “yine öyle olur!” diye düşünmüyorum; aksine sonunda adalet ve özgürlüğün zafer kazanacağına inanıyorum; yeter ki tüm demokratlar kendi aralarındaki ayrılıkları bırakıp, yükselen popülist ve faşist güçlere karşı cephe oluştursunlar!..



Kapat