Sepetim (0) Toplam: 0,00 TL

SÖYLEŞİ | Prof. Topses: 'Düşünce ve ahlak sistemleri sınıfsal yapıdan bağımsız ele alınamaz'

Burak Efeyurtlu, 29.11.2024, Sol Haber

Yordam Kitap'tan yayımlanan ''Gençlerle Baş Başa'' dizisinin son kitabı Gençlerle Baş Başa: Sosyoloji Ekim ayında Mehmet Devrim Topses imzasıyla çıktı. 

"Gençlerle Baş Başa" dizisinin bu kitabı sosyolojinin temellerine, toplumların dünden bugüne gelişimine ve sosyologların farklı yaklaşımlarına eğilirken; sosyolojiye akademik veya mesleki olarak ilgi duyanların dışında Marksizme ve tarihsel materyalizme giriş yapmak isteyen herkes için bir başlangıç kitabı niteliğinde.

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Mehmet Devrim Topses ile son çıkan kitabı üzerine soL okurları için konuştuk.

'Sosyoloji öğrencisi sınıf kavramını, sosyolojinin sınıfsal ve felsefi temellerini mutlaka öğrenmeli'

Gençlerle Baş Başa Sosyoloji adlı kitabınız geçtiğimiz ay Yordam Kitap'tan çıkarak okuyucularla buluştu. Dilerseniz sizin bu kitabı yazma amacınızı sorarak söyleşimize başlayalım. Bu kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı, süreç nasıl ilerledi?

İki yıl kadar önce Yordam Yayınları'nın “Gençlerle Baş Başa” serisi ilgimi çekmişti. Özel olarak gençliğin ve genelde bütün Türkiye toplumunun gündeminde olması gereken konuları bu kitaplar son derece basit ve akıcı bir dille açıklıyorlardı. Biz de bu kaynağa sosyoloji başlığıyla katılmaya karar verdik. Çünkü bizim de sosyolojideki temel kavramları okuyucuya sağlıklı bir zeminde anlatabilmemiz gerekiyor.

Sosyoloji okuyan bir öğrenci sınıf kavramını, sosyolojinin sınıfsal ve felsefi temellerini mutlaka öğrenmelidir. Toplumun maddesini, yani somut gerçekliğini görebilmelidir. Başlıca yöntem konularına hâkim olabilmelidir. Bölüme başlamadan önce toplumsal bir soruna yönelik yaptığı açıklama tarzı ya da çözüm önerisi bölümden mezun olduğunda kesinlikle değişmeli, daha geniş bakış açılarına kavuşmalıdır. Yordam kitap, önerimi olumlu buldu ve destekledi. Çok güçlü bir editörlük desteği aldım. Kendilerine teşekkür ederim. “Gençlerle Baş Başa: Sosyoloji” elbette tek başına yeterli değil. Fakat başlangıç açısından son derece güvendiğimiz bir çalışma oldu. Sosyolojiye daha sağlam bir zeminde giriş yapma, gençlik ve sosyoloji arasındaki anlaşılmazlık engelini bir ölçüde gidermeyi amaçlıyor. 

'Post-modern sosyoloji kitle kavramını ve toplumsal kurtuluşu dışlıyor'

Bu kitaptan önce de farklı bir yayınevinden 'Gençler İçin Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm' başlığıyla bir kitabınız daha yayınlanmıştı. Hem o kitabınızda hem de son yayınlanan Gençlerle Baş Başa Sosyoloji adlı kitabınızda 'Marksizm emek yoluyla geçinen toplumsal kesimlerin ya da yeryüzünün ekonomik ve kültürel açıdan dezavantajlı bütün kitlelerin dünya görüşüdür' diyorsunuz. Buna ek olarak diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemi mümkün olduğunca incelterek gençliğe aktarabilme çabası göze çarpıyor son kitabınızda. Marksist felsefe, diyalektik ve tarihsel materyalist yöntem bugünün gençliği için neden bu kadar önemli sizce? 

Sosyoloji, bütün sosyal bilimler gibi sınıfsaldır ve sınıfsal bir zeminde gelişmiştir. Toplumu anlama ve açıklama tarzlarımız sınıftan sınıfa değişebileceği gibi, ürettiğimiz çözümler de sınıfsal bir nitelik taşır.

İlk ortaya çıktığı andan başlayarak sosyoloji, kapitalist toplumun ürettiği somut eşitsizlikleri, tıpkı bir organizmanın farklı uzuvlarının eşitsizliği gibi doğal bir süreç olarak açıkladı. Burjuvazinin yönettiği kapitalist toplumu, dünya kapitalist sistemini destekledi, onayladı. 20.yüzyılda kapitalist ve sosyalist blok arasında yaşanan soğuk savaş sırasında kapitalist bloğun yanında yer aldı ve bu yönde çözümlemeler geliştirdi. Aslında genetik olarak belirlenmiş anti-komünist sosyolojiden söz ediyoruz. Sosyolojinin bu konumu günümüzde de farklı değil. Post-modern sosyoloji, kitle kavramını ve toplumsal kurtuluşu dışlıyor. Bilimi, toplumsal çözümleri yok sayıyor. Bu karmaşık ve çelişkili dünyada herkesin ancak kendisini kurtarabileceği bir bencilliği tartışmasız bir gerçekçilik olarak ileri sürüyor. 

Hepimiz sosyolojinin daha çok söz konusu hâkim yöntem anlayışını, yani işlevselciliği biliriz. Sosyoloji bölümlerinde öğrencilere çoğunlukla işlevselci sosyoloji anlatılıyor. Oysa günümüzün modern toplumunda emekçi sınıflar çok geniş bir çoğunluğu oluşturmaktadır. Benzer şekilde kadınlar kapitalizmin getirdiği ataerkil yapının en açık mağdurları arasında yer alıyor. İşte tarihsel-materyalizm bu kesimlerin toplumu çözümleme ve anlama yöntemidir. İşlevselci genel sosyolojiden kesin çizgilerle ayrılır. Bu yöntemi bilmezsek, klasik sosyolojinin ya da post-modernizmin her bakış açısını sanki bütün toplumun çıkarınaymış, hepimizin gerçekliğiymiş gibi algılarız. Dünyayı anlaşılmaz ve değiştirilemez bir gerçeklik gibi düşünmeye başlarız. Böyle bir kişilik ve böyle bir düşünme tarzı, kapitalist dünya sisteminin, dünyanın dengesini bozanların ve savaş baronlarının en çok yaymak istedikleri düşünme tarzıdır. Umutsuz, apolitik, ırkçılığa varan bir milliyetçilikle ya da dincilikle yoğrulmuş, yüzü geriye dönük kuşaklar istiyorlar. “Gençler için Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” kitabındaki amacımız, emekçi sınıfların bilimsel çözümleme yöntemi olan tarihsel-materyalizmi açık ve anlaşılır bir dille yeni kuşaklara anlatmaya çalışmaktı. Bunun için daha çok “felsefeye giriş” ve “felsefe tarihi” dersleri için hazırladığımız notlardan faydalandık. 

'Düşünce ve ahlak sistemleri sınıfsal yapıdan bağımsız ele alınırsa genel çelişkiler de gözden uzaklaştırılmış olur'

Sosyolojide felsefi olarak idealist yöntem ile materyalist yöntem ayrımı önemli bir yer tutuyor kitabınızda. İdealist yöntemi izleyen sosyologlara Weber, Durkheim ve onun Türkiye'deki izleyicilerinden Ziya Gökalp gibi isimleri örnek veriyor bu yöntemin toplumu anlamada barındırdığını arızaları tespit ediyorsunuz. Sosyal bilimler alanında ve özel olarak sosyolojide idealist felsefe yaklaşımının barındırdığı yanlışlıklar neler? Materyalist yöntem bu alanlarda yapılan ve yapılacak çalışmalarda ne gibi farklar sağlıyor?

Materyalist sosyolojinin öncelikli amacı, toplumsal yapıya bütünlüklü bir bakış açısıyla yaklaşmaktır. Oysa saydığınız isimlerin birinci ortak özelliği sosyolojinin kurucuları olmalarıysa, ikinci özellikleri toplumu ya da insanlık tarihini ekonomik ve sınıfsal gerçekliklerinden bağımsız olarak bir düşünce, ideal ya da ruhsal bir sistemle açıklamalarıdır. Weber protestan ahlakını, Durkheim kolektif bilinci, Gökalp ise mefkûre kavramını öne çıkarmıştı. Fakat hiç birisinde burjuva toplumunun sınıfsal ve ekonomik çelişkileri konu edinilmez. Ahlak, düşünce ya da bilinç elbette toplumsal yapının genel doğrultusunu etkileyen, üstelik bazı durumlarda belirleyebilen, kendi içinde özerklik taşıyan değişkenlerdir. Ama böyle olsa bile, söz konusu değişkenler toplumsal-ekonomik-sınıfsal yapıyla karşılıklı bir ilişki içindedir ve bu ilişkisi içinde incelenmelidir. Bir toplumsal yapıda düşünce ve ahlak sistemleri sınıfsal-ekonomik yapıdan bağımsız biçimde ele alınırsa, kapitalist toplumun sınıfsal temeli, yönetici sınıflar ve bu toplumun genel çelişkileri de gözden uzaklaştırılmış olur. 

Örneğin Gökalp, ortak bir mefkûrenin toplumu birleştirebileceğini, çıkarları farklı toplum kesimlerini “bizlik” çatısı altında toparlayabileceğini söylemişti. Böylece konuya tıpkı Durkheim gibi yaklaştı. Materyalist sosyoloji ise somut gerçekliğe vurgu yapıyor. Toplumun “bizlik” bilincine ulaşması için, öncelikle toplumsal-ekonomik ve kültürel boyutlu keskin çelişkilerin aşılmasını, ekonomik ve toplumsal yapının “bizlik” bilincini destekleyebilecek ölçüde yeniden düzenlenmesini öneriyor. Gökalp’in ve diğer klasik sosyologların değinmediği nokta işte burası. Açık sömürü ilişkilerine dayalı, sınıfsal eşitsizliğin ve yabancılaşmanın her gün yeniden üretildiği, emek gücünün ve doğadaki her şeyin metalaştığı bir toplumda “bizlik” bilinci yaşayabilir mi? Günümüzün neoliberal toplumlarında sosyal politikalar devletin görevi olmaktan tümüyle çıkarıldı. Devletin kamucu sosyal politikalardan kesin biçimde sıyrıldığı, herkesin kendi başının çaresine baktığı bir toplumda “bizlik” bilinci gelişebilir mi? 

'Kolektif emek ve birlikte üretmek gibi kavramlardan sosyalistler dışında bugün hiç kimse söz etmiyor'

Kitabınızda da bahsettiğiniz toplumsal çürüme kavramı son aylarda sürekli karşımıza çıkıyor. Kadına yönelik şiddet, cinayetler, gittikçe artış gösteren bireysel silahlanma, bağımlılıklar gibi birçok olay ve durum toplumsal çürüme başlığıyla açıklanırken bu kavramın toplumsal ve maddi temellerine inilmiyor. Siz bu kavrama nasıl yaklaşıyorsunuz?

Toplumsal çürümeyi doğrudan Marx’ın yabancılaşma kavramı üzerinden değerlendiriyorum. Yabancılaşma, kapitalizmin doğal olarak ürettiği ve yaşattığı bir kavramdır. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte emekçilerin üretim araçlarının kontrolünden uzaklaşmasıyla başladı. Katı mesleki işbölümü, emekçileri yaptıkları işin bütünlüğünden kopardığı gibi insanlar arasına da mesafeler koydu. Kolektif emek ve birlikte üretmek gibi kavramlardan sosyalistler dışında bugün hiç kimse söz etmiyor. Rekabet, kapitalizmin kutsal değeridir. Kapitalist toplumda insanlar başkalarıyla birlikte değil, başkalarına rağmen yaşamını kazanmaya çalışıyorlar. Koruyucu, gözeten, düzenleyen bir sosyal politika da olmayınca modern toplumda her birimiz, başkaları için öteki konumuna geliyoruz. Aynı zorlukları, yaşam kaygılarını paylaştığımız komşularımızı bile sanki bizden farklı, bir yolunu bulsa bize zarar verebilecek kimseler olarak görmeye başlıyoruz. Yolda, trafikte, site içinde gördüğümüz kavgaların temelinde böylesine somut gerçeklikler yer alıyor. Görüntüde selamlaşan fakat içerikte uzaklaşan insanlar oluyoruz. İnsanın kendisine ve diğer insanlara karşı yabancılaşmasının maddi altyapısı budur. 

'Suç, öncelikle insanın kendisinden ve toplumdan yabancılaşmasının bir sonucu'

Toplumsal çürüme olarak adlandırılan sorunlara dönük çözümler de bahsettiğiniz idealist yöntemle geliştirilmeye çalışılınca toplumda idam, hadım etme gibi cezalar tartışılmaya başlanıyor. Bu çürümenin panzehiri nerede? 

Adi suçlar karşısında cezanın bir yaptırım gücü olarak varlığını sürdürmesine karşı çıkmak mümkün değil. Caydırıcılığın sağlanması için bu suçlar hukuksal bir çerçeve içinde gerçek anlamıyla takip edilmelidir. Fakat suç, öncelikle insanın kendisinden ve toplumdan yabancılaşmasının bir sonucudur. Toplumsal gerçekliğin bir ürünüdür. İdealist ve işlevselci kuramların göz ardı ettiği nokta işte burasıdır.

İnsan merkezli, toplumcu ve halkçı bir eğitim sisteminin eksikliğinden ve bu eğitime ulaşmadaki fırsat eşitsizliklerinden başlayalım, toplum üyelerinin kendi yaşamlarını ve geleceklerini ne ölçüde güvende hissedebildikleriyle, yaşamlarının kontrolünü ne ölçüde kendi ellerinde tutabildikleriyle ilişkilidir. İşsizlik, yoksulluk, savaş ve karmaşa ortamında bir insandan ahlaki değerlerini korumasını beklemek, büyük bir binanın zorunlu kolonlarından birini ya da birkaçını eksik inşa etmek demektir. İkincisi, suç olgusu bir toplumda kurumsal ilişkilerin tıkanmasıyla ilgilidir. Örneğin eğitim yoluyla toplumsal konumunu yükseltemeyen bir genç, toplumun kabul etmediği başka yollarla, örneğin kumar, hırsızlık, kaçakçılık vb. sınıf atlayanları gördüğü zaman, o güne kadar alıştığı norm ve değer sistemleri onun gözünde geçerliliğini yitirecektir. Öyleyse öncelikle toplumun somut gerçekliği ile ilgili önlemlerin alınması gerekir. Mülkiyet ilişkilerini, üretim ve paylaşım ilişkilerini içine alan geniş kapsamlı değişikliklerden söz ediyorum. Toplumun maddesini ilgilendiren bu somut ilişki biçimlerine hiç dokunmadan, sadece öğütlerle ya da cezai yaptırımlar yoluyla toplumsal çürüme ya da suç olgusuyla başarılı biçimde mücadele etmek kalıcı ve etkili sonuçlar vermeyecektir.

'Halkın cemaatlere gösterdiği ilgi, din devletinden yana olmasından değil, dünya yaşamında kendisini korumak istemesinden kaynaklanır'

Türkiye'de yapılan sosyoloji çalışmalarında cumhuriyet ve laiklik tartışmaları da önemli bir yer tutuyor. Geçtiğimiz haftalarda da Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'in laiklikle ilgili açıklamaları bu tartışmayı tekrar canlandırdı. Hatırlarsanız Bakan Yusuf Tekin eğitimdeki laiklik karşıtı uygulamaları eleştirenlere 'Size ters olabilir ama Batman'da, Erzurum'da vatandaşların değerlerine ters değil' sözleriyle yanıt vermiş ve Türkiye'de uygulanan laikliğin halkla uyumsuz olduğunu söylemişti. Cumhuriyet ve onun bu topraklardaki ilerletici uygulamaları özellikle liberal yazar ve akademisyenler tarafından da toplumun değerleriyle çatışma halindeymiş gibi gösteriliyor. Bahsedilen 'Anadolu kültürü' ile cumhuriyet ve laiklik kavramları birbirine bu kadar uzak mı sizce, yoksa araya kasıtlı bir duvar mı örülmeye çalışılıyor?

Laiklik, toplumsal ilişkilerin akılcı biçimde düzenlenmesini, bireylerin toplumsal ilişkiler sistemine dinsel kimlikleriyle değil, yalnızca yurttaş kimlikleriyle katılmaları anlamını taşır. Sadece bu açıdan bile insan merkezlidir ve en temel uygarlık ölçütüdür. Öncelikle halkın yararınadır. Laiklik, Türkiye toplumunun kültürel köklerine yabancı olmadığı gibi, Türkiye’de halk esas itibarıyla laikliktir. Günlük yaşamını, çalışma saatlerini, kişisel ilişkilerini dinsel kurallar merkezinde değil, öncelikle akılcı ihtiyaçları çerçevesinde düzenler. Halkın geleneğe daha bağlı gözükmesinin belirleyici nedeni din merkezli biçimde yaşamak istemesi değil, din ve geleneğin dışında kendisini koruyacak bir kurumsal ilişkinin olmamasıdır. Gerçekten sağlık, hukuk, siyaset, ekonomi ve eğitimin insanı değil, parayı ve gücü merkez aldığı bir toplumsal yapıda gelenek ve din halkın tek koruyucusu olarak kalır. Sosyal politikanın devletin en temel görevi olmaktan çıkartıldığı bir toplumda cemaatler, halkın içinde birer yardımlaşma örgütü olarak yaşamaya devam eder. Halkın cemaatlere gösterdiği ilgi, din devletinden yana olmasından değil, dünya yaşamında kendisini korumak istemesinden kaynaklanır. Kitabımızda bu noktalara değinmeye gayret ettik.

'Toplumsal olayları bütünden bağımsız biçimde değerlendirmek bir hasar'

Buradan biraz daha farklı bir konuya geçmek istiyorum. Kitabınızın bir bölümünde sosyoloji alanındaki Amerikan hegemonyasından bahsediyorsunuz. Toplumun güncel olaylara bakışında da emperyalizmin kültürel araçlarının etkisinin artışının sonuçlarını görebiliyoruz. Örneğin son dönemde Ortadoğu'da gittikçe şiddetlenerek kendisini gösteren İsrail saldırganlığına karşı bu saldırganlığın değil de Filistin direnişinin meşruiyetinin sorgulanır hale gelmesi buna en güncel örneklerden biri olabilir. Peki, emperyalizmin ve özel olarak Amerika’nın sosyal bilimlerde ve sosyolojide kurduğu hegemonya bu alanlarda ne gibi tahribatlara yol açtı?  

Türkiye sosyolojisinde Amerikan hegemonyasının güçlenmesinin nedeni, sosyolojinin kendine özel karakterinden kaynaklandığı gibi Türkiye’yi yöneten sınıfların sosyalizme karşı Amerika ve Batı bloğuna yaslanmalarının sonucuydu. Sonuç olarak toplumsal olayları, bütünden bağımsız biçimde değerlendirmek gibi bir hasar yarattı. Olayları parça parça ve somut nedensellik ilişkilerini ele almadan değerlendiriyoruz. Örneğin kadına şiddeti bir sorun olarak kabul ediyoruz ama bu konuyu ele alırken kadınların ekonomide istihdam oranlarının düşüklüğünü tartışmıyoruz. Siyasete katılımlarının neden bu kadar zayıf kaldığını ele almıyoruz. Ya da örneğin aracını yanlış yerlere park edenlere çok kızıyoruz ama şehirlerde yeterli park yeri olup olmadığıyla ya da şehir planlamasıyla ilgilenmiyoruz. Sermaye birikimi uğruna plansız araç üretimine ve satışına dayanan kapitalizmi pek sorun etmiyoruz. Bu yüzden bütünlüklü, somut, kalıcı çözümler üretemiyoruz. Amerikan sosyolojisinin bilincimizde yarattığı en açık sorun bunlar oldu. Böyle bir sosyoloji, olayları sadece betimler, fakat nedenselliğe inmediği için gerektiği gibi açıklayamaz. En önemlisi gerçekçi çözüm önerileri geliştiremez.

 

'Yurt sorunlarını kendine dert edinen bir akademisyen, bütünlüklü bir akademisyendir'

Türkiye'de de Marksist sosyoloji önemli bir birikime sahip. İlk kadın sosyoloğumuz Behice Boran ve 1979'te uğradığı silahlı saldırı sonucu kaybettiğimiz Cavit Orhan Tütengil ilk akla gelen isimlerden. Anadolu halkına, feodalizme, ulusal sorunlara dair materyalist yöntemle çok değerli sosyolojik çalışmalar yapan bu isimler sorunları ortaya koyarken çözüm yollarını aramaktan da geri durmamışlar. Tütengil, 'Az gelişmenin Sosyolojisi' kitabında da bu yaklaşımın önemini 'Aydın olmak; bir eğitim ve öğretimle birlikte, bir dünya görüşü olmak, bir yarın umudu taşımak ve idealleri olmak, kişisel çıkarlarını bir yana bırakarak yurt sorunlarını kendine dert edinmek, onlara çözüm yolları aramak özelliklerini gerekli kılmadadır' cümleleriyle vurguluyor. Bugün yapılan çalışmalara baktığınızda Türkiye'de yapılan çalışmalar bu birikimin hakkını veriyor mu?

Yurt sorunlarını kendine dert edinen bir akademisyen, bütünlüklü bir akademisyendir. Yurt sevgisi, bağımsızlık aşkı, halk için çalışmak sadece akademisyenlik için değil, öğretmenlik ve her meslek için ayrılmaz değerler olmalı. Fakat şöyle bir nokta var. Uygarlık tarihinde düşünce ve bilim üretimi, köleci dönemlerden kapitalizme kadar öncelikle varlıklı sınıfların finanse ettiği bir etkinlik olmuş. Üniversiteleri ve düşünce merkezlerini, boş zamanı olan, gücü elinde bulunduran sınıflar kurmuş, desteklemişler. Kuralları, çerçeveyi onlar koymuşlar. Bu nedenle yönetici sınıfların tekelinden bağımsız bir düşünce üretimi oldukça zayıf kalmış. Dolayısıyla öncelikle emekçi sınıflar ve halk yararına değil, içinde bulunulan ekonomik-toplumsal düzenin ihtiyaçları ve korunması doğrultusunda, halkı yatıştıran ve düzenle uyuma yönlendiren düşünceler üretilmiş. Felsefe tarihini ya da siyasal düşünce tarihini sınıfsal biçimde incelediğinizde bunu açık biçimde görebilirsiniz. Emekçi sınıfların düşünce üretimi finanse edecek ne güçleri ne de zamanları var. Böyle olunca felsefe, sosyal bilim ve düşünce tarihinde halkçı, eşitlikçi, adalet kavramını önceleyen örneklerle oldukça seyrek biçimde karşılaşıyoruz. Saydığınız isimler sosyal bilimlerdeki az sayıdaki istisnalar arasında gösterilebilir. Türkiye’de bugünkü birikim elbette bu gerçekten bağımsız değil. 

Son olarak; kitabınız sosyoloji alanına akademik ve mesleki olarak ilgi duyanların dışında Marksizme ve tarihsel materyalizme giriş yapmak isteyen herkes için güzel bir kaynak olmuş. Bu alanda derinleşmek, özellikle cumhuriyeti ve Türkiye'yi sınıfsal olarak daha iyi anlayabilmek için öğrencilerinize önerdiğiniz pek çok kitap var. Bunlardan okuyucularımıza da örnekler verebilir misiniz?

Yaşar Kemal’in “Teneke” romanını başlangıç olarak öneriyorum. Orhan Kemal’in “Bereketli Toprak Üzerinde” romanını bu dönemin sınıfsal-toplumsal çözümlemesi için tavsiye ediyorum. Sonrasında önerdiğim kitaplar ise şöyle: David McNally: Başka Bir Dünya Mümkün. Fatih Yaşlı: Gençlerle Baş Başa: Faşizm. William Pellz: Modern Avrupa Halkları Tarihi, Chris Harman: Halkların Dünya Tarihi, Neil Faulkner: Marksist Dünya Tarihi. Ayşe Buğra: Sınıftan Sınıfa. Fatmagül Berktay: Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın.

GENÇLERLE BAŞ BAŞA SOSYOLOJİ



Kapat