Soğuk Savaş ezberlerini bozma zamanı
Pınar Kahya-21 Mayıs 2020- Cumhuriyet Gazetesi
Soğuk Savaş’a dair pek çok yaygın kanı var. II. Dünya Savaşı sonrası, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasındaki askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel rekabete en genel anlamda Soğuk Savaş yakıştırması yapılır ve SSCB’nin dağıldığı 1991 yılı da bu dönemin sonu olarak imlenir.
Tolgahan Akdan’ın Soğuk Savaş ve Türkiye’nin Batı’ya Yönelişi kitabı hem dünya hem de Türkiye yazınındaki “Soğuk Savaş okumaları”nı eleştirel bir biçimde gözden geçiriyor. Bu gözden geçirmenin neticesinde, tartışmalara önemli bir metodolojik katkı sunarak; Soğuk Savaş’ın devlet merkezli ele alınmasının eksikli olduğunu, dönemin rekabet ve kutuplaşmasının merkezinde sistem analizinin yer alması gerektiğini belirtiyor. Başka bir değişle, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki kan uyuşmazlığını görmek gerekiyor.
SOĞUK SAVAŞ VE TÜRKİYE
Akdan’ın çalışması, Soğuk Savaş yazınını ana akım yaklaşımlar ve radikal yaklaşımlar olarak iki temel başlıkta sınıflandırıyor. Yazınlar arasındaki fark, Soğuk Savaş’ın kökenine ve doğasına ilişkin farklı varsayımlar üzerinden şekilleniyor.
Soğuk Savaş’ı SSCB’nin yayılmacı ve saldırgan politikalarının bir sonucu olarak gören geleneksel yaklaşıma karşı revizyonist yaklaşım Soğuk Savaş’ı, SSCB’nin politikalarından ziyade II. Dünya Savaşı sonrası yeni bir ekonomik düzen amaçlayan ABD’nin “Açık Kapı Politikası”na dayalı çıkar ve nüfuz mücadelesinin bir sonucu olduğunu öne sürerek geleneksel yaklaşımın iddiasını tersine çeviriyor.
Post-revizyonist yaklaşım ise, hem geleneksel yaklaşım hem de revizyonist yaklaşımı sentezleyerek, Soğuk Savaş’ın karşılıklı bir güvensizlik nedeniyle ortaya çıktığı iddiasını öne çıkarmasına rağmen günün sonunda geleneksel yaklaşımı onaylamanın ötesine geçemiyor. Soğuk Savaş’ın kökenlerine odaklanan ana akım yaklaşımlar dışında radikal yaklaşımları oluşturan iki temel görüş olduğu belirtiliyor.
Bunlardan ilki, “Sistem İçi Mücadele Olarak Soğuk Savaş” yaklaşımıdır. Bu yaklaşım, karşılıklı rekabetin blok liderleri tarafından blok içi farklılıkları elimine etmede kullanıldığını öne sürüyor. İkinci yaklaşım olan, “Sistemler Arası Mücadele Olarak Soğuk Savaş Yaklaşımı” ise farklı sosyo-ekonomik özellik ve çelişkilere sahip devletlerin mücadelesi olarak Soğuk Savaş’ı sistemler arası bir mücadele olarak konumlandırıyor.
Akdan, ikinci bölümde Soğuk Savaş’ın Türkiye düşünce hayatındaki izini sürüyor. SSCB’nin Türkiye’den toprak ve üs talebi, “Rusların sıcak denizlere inme”, komünizmi yayma ve Türkiye’yi işgal etme planları gibi iddialar çerçevesinde şekillenen güvenlik odaklı “Sovyet tehdidi” yaklaşımını, ana akım geleneksel yaklaşım olarak değerlendiriyor. Baskın Oran’ın sorunun odağına SSCB’nin güney sınırlarının güvenliği olgusunu dahil etmesi, Türkiye’deki revizyonist yaklaşım boşluğunu dolduruyor.
Türkiye’deki radikal yaklaşımlar ise solun yeni bir siyasi güç olarak yükselişiyle birlikte öne çıkmaya başlıyor. Sosyalist aydınların, anti-emperyalist ve anti-kapitalist vurgular üzerinden geliştirdikleri yaklaşımları tartışmaların merkezini, Türkiye’nin SSCB ile olan sorunlu ilişkilerinden, ABD ile olan bağımlı ilişkilerinin incelenmesine kaydırıyor.
BELİRLEYİCİ ETKEN: SİSTEMLER ARASI MÜCADELE
Akdan, üçüncü bölümde, SSCB’nin sistemsel analizini yapmaksızın Türkiye-SSCB ilişkilerini değerlendirmenin yetersiz olacağını belirtiyor ve bu ilişkileri anlamlandırmanın bir yolu olarak, SSCB’nin izlediği dış politika strateji ve taktiklerinin de analiz edilmesi gerektiğini haklı olarak ifade ediyor. Bolşevik Devrimi ile kurulan sosyalist cumhuriyetin I. Dünya Savaşı’na da neden olan kapitalist-emperyalist sisteme karşı ve onun dışında konumlanan bir alternatif model olduğunu ifade ediyor.
II. Dünya Savaşı’na yol açan sürecin incelenmesinin sadece kapitalist devletler arası bir paylaşım mücadelesi üzerinden yapılamayacağını, bunun yanında kapitalist devletler ile SSCB arasındaki sistemler arası mücadelenin de bu dönemi ve süreci anlamak için bir başka önemli çatışma kaynağı olduğunu belirtiyor.
Bu çerçevede, hem Türkiye’nin iki savaş arasında dönemde izlediği dış politikanın bu iki temel ilişki ve çatışma kaynağı üzerinden incelenmesini hem de Türkiye-SSCB ilişkilerinin de yine bu sistemler arası mücadele bağlamı içerisine oturtulması gerektiğini öne sürüyor.
Bu dönemde, kapitalist devletler arası süregiden emperyalist paylaşım mücadelelerinin bu devletleri SSCB’ye karşı ortak bir cephede birleşememelerine yol açması, Türkiye’nin hem emperyalist hem de sistemler arası çelişkilerin yarattığı olanaklardan yararlanarak her iki tarafla da görece yakın ilişkiler geliştirebilmesi olanağını sağlamıştır.
Yazar bu fırsatın II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük ölçüde yitirildiğini öne sürüyor. Kapitalist devletler arası emperyalist çelişkilerinin yönetilebilir bir çerçeveye kavuşmasıyla sistemler arası mücadelenin uluslararası ilişkilerin temel ilişki ve çatışma kaynağına dönüştüğünü belirtiyor.
Türkiye’nin Batı’ya eklemlenme sürecini bu bağlam içerisinde değerlendiren Akdan, çok taraflı dış politika izleme olanaklarını yitiren Türkiye’nin Batı’dan yana yaptığı tercihi “uluslararası ilişkilerin rakip sosyoekonomik sistemler etrafında dönüşümü ve Türkiye’nin değişen sınıfsal yapısı ile jeopolitik konumunun yarattığı zorlukların birleşiminin bir sonucu olarak” görüyor.
Hem Sovyetler Birliği’nin savunma derinliğini arttırmaya yönelik önlemler alma stratejisi hem de ABD’nin Sovyetleri çevreleme stratejisi açısından Türkiye’nin stratejik ve coğrafi konumu göz ardı edemeyecekleri bir önem kazanıyor.
Böyle bir uğrakta sahip olduğu azgelişmiş ama kapitalist ekonomisi ve kapitalist dünyayla entegrasyona yönelen egemen sınıflarıyla Türkiye’de, Batı ile bütünleşmekten yana etkili bir eğilim ortaya çıkıyor.”
Literatür taraması açısından oldukça zengin, dönemsel tartışmaları konjonktürel olgularla destekleyen ve tarihsel arka planı iyi çizilmiş bu eser, Türkiye’de hem Soğuk Savaş tartışmalarına hem de Türk Dış Politikası analizlerine önemli bir katkı sunmaktadır.