İnsana, insan ve yurttaş olmayı anlatabilmek...
Murat Sevinç, gazeteduvaR.com, 27.08.2020
Milli eğitim tornası ve çocukluktan itibaren muhatap olunan irili ufaklı dişliler, hem kendi hem de başkalarının hayatını çekilmez hale getiren, dünyasının biricikliğine iman etmiş, sorgulamayan, dinlemeyen, uzlaşmayan insan yetiştirmek hedefi üzerine inşa edilmiş gibi. İyi okullar, iyi öğretmenler, köklü kurum ve gelenekler istisnaları temsil ediyor. Bu vahameti yalnızca ‘ekonomik’ az gelişmişlikle açıklamak mümkün değil. Devlet ve toplum katlarında on yıllar boyu harcanan büyük emeğin ürünü. Varılan yerde, ülkesi ve toplumu için çalışmak isteyenlerin değil, ilk fırsatta yurt dışına gitmeyi planlayanların toprağına dönüştü Türkiye.
Herkes için zor bir yer burası. Ancak pek çok deneyimin biraz da el yordamıyla edinildiği çağdaki bir insan için, hakikaten tahammül etmesi daha da güç. Büyüyen gelir uçurumu genç insanların umutsuzluğunu daha da derinleştiriyor. Dünya ile temas kurabileceği eğitim fırsatına sahip küçük bir azınlık ile yaşamını özenerek ve öfkelenerek geçirmek zorunda kalan büyük bir genç nüfus! Bizde “eğitim şart” ifadesi genellikle espri konusu olur ve bunun nedenleri de herkesin malumu. Ancak ifadedeki tartışmalı yanlar ve dile getirenlerin ‘eğitimli’ oldukları vehmi bir yana, ‘düzgün’ bir eğitim hakikaten şart! İnsan kalabalığının, birbirinin dilinden iyi kötü anlayan ve bazı ortak değerler üzerinde oydaşmış bir ‘topluma’ dönüşmesinin koşullarından biri bu.
‘Düzgün’ eğitim ile kastım şu: Eğitim ideoloji yüklü bir sözcük. Bir siyasal ideolojinin gereklerini benimsetmenin de kuşkusuz en güçlü aracı. “Ağaç yaşken eğilir” kadar doğru söz az bulunur. Okul eğitimi toplumsallaşmanın tek yolu değil, ancak en can alıcı evresi. Sistemin adı ‘milli’ olsa da, bir eğitim tarzı ancak evrensel ilkeleri ve bilgiyi temel alıyorsa, burada kastedilen ‘düzgün’ sıfatını hak eder. İnsanın parçası olduğu kültürü kavrayıp onun değerini bilmesi de ancak ‘diğerlerinden’ haberdar olmasıyla mümkün. Bakın, bugün Türkiye’de inanmakta zorluk çektiğimiz, sinirimizi altüst eden ve ‘kültür faciaları’ başlığı altında toplayabileceğimiz uygulamaların bir nedeni de, müsebbiplerinin dünyadan habersizliği, içe kapalılığı, evrensel olana yönelik korkuları.
Genel anlamda insana değer veren biri, kendi insanını sevebilir. Toprak seven biri, kendi toprağını koruyabilir. Özgürlük kavramından haberdar olan biri, kendisinin ve başkalarının özgürlüğü üzerine titreyebilir. Aksi takdirde, senin toprak gördüğün yerde, o bina ve santral görür. Mesele bu. Dolayısıyla ‘düzgün’ eğitim ancak ‘evrensel’ bilgi üzerine inşa edilebilir. Evrensel olan ile ilgilenmek ise ‘sol’ düşüncenin iddiası.
Burada ‘sol’ ile bir partiyi, topluluğu değil; yaşama bakılan yeri, bir iddia ve kavrama isteğini/becerisini kastediyorum. Sağın içe kapanmacı, milliyetçi, her gün aynanın karşısına geçip kendine bir kez daha hayran olan çaresizliğine karşı, solun ‘açıklık’ ilkesini. Nitekim milliyetçilerin-dindarların saygı duyduğu isimler hakkındaki ‘düzgün’ çalışmaların da ‘sol’dan çıkmış olması rastlantı değil. (Bu arada, ‘milliyetçi sol’ diye bir şey olamayacağını, böyle bir acayipliğin imkânsızlığını söylemeye herhalde gerek yok. ‘Bol tuzlu ve acılı yaş pasta’ kadar anlamlı!)
İşte o ‘düzgün’ eğitim, ancak milliyetçi ve din soslu ‘hamasetten’ kaçınmakla mümkün. Yalnızca Türkiye açısından değil, her ülke açısından aynı durum söz konusu. Bu satırı okuyup yazarına küfredenler, son derece gayrı milli bulanlar olduğunun farkındayım kuşkusuz. Kendileri bilir, bu bir tercih. Bugüne dek yapıldığı gibi devam edildiğinde ortaya 2020 Türkiye’si çıkıyor. 15’inci yüzyıl dünyası ve Avrupa’sı hakkında bir şey bilmeyen ya da bilgisi Malkoçoğlu filmlerinden ibaret olan bir öğrencinin, Fatih Sultan Mehmet’i anlama ihtimali yok. Vatan Caddesi’ne gider, surlara bakıp Ulubatlı’yı hayal ederek göz yaşı döker, bu başka mesele. Dünya ile bağ kurabilen yurttaş mı, yoksa koluna taktığı tencere kapağı ile Diriliş Ertuğrul seyrederken koltuğun üzerinde zıplayan yurttaş mı? İkinciyi yetiştirip, ilkine sahip olan ülkelerin bizi kıskandığına inanmak…
Tahmin edersiniz, bu satırlarda bir küçümseme yok. Sonsuza dek tekrar etmeli; hepimiz koşullarımızın ürünüyüz. Bir şey bilmemek, bilmeyenin kusuru değil çoğu zaman. Bu yüzden, çalışıp didineni çoğu zaman umutsuzluğa da sevk etse emek harcamaktan bir an olsun vazgeçmemeli. Enayice bir emek olmalı bu. Yıllarca birinci sınıflara derse girdim. O yıllar boyunca, ben birinci sınıftayken nasıl da pek çok şeyden habersiz olduğumu bir an olsun unutmadan anlatmaya çalıştım konuları. Türkiye’de üniversite birinci sınıf dersleri bana kalırsa sunduğu kuru bilgi dışında, çok daha hayati öneme sahip. Alanı ne olursa olsun ‘her okulun’ ilk sınıfta bazı dersleri mutlaka ortaklaşa sunması gerektiği kanısındayım. Her üniversite öğrencisi temel bilim alanlarının en ‘öz bilgisine’ sahip olmalı. Bir hukukçu temel matematikten, bir fen bilimci Roma Hukuku’ndan haberdar olmalı.
Mümtaz Soysal’ın o meşhur (cezaevine girmesine neden olan) Anayasaya Giriş kitabının ilk sayfası bu konuya ayrılmıştır. Hoca amacını şöyle açıklar: “Üniversite kürsüsüyle üniversite sıraları arasındaki boşluğu doldurmak, şatoları yığınlardan ayıran hendekleri doldurmak. Ortaöğretim kurumlarını bitirip fakültelere gelen genç insanların sorunları kavramaya hangi noktadan başlayabilecekleri ve neleri sindirip neleri sindiremeyecekleri konusunda pek gerçekçi olmayan varsayımlar hayli yaygın. Öğreticiler, öğrencilerin düzeyinden uzaklaştıkça, özellikle Türkiye gibi bir ülkenin koşullarından ötürü henüz tam bir sindirme yeteneği kazanamamış körpe kafalar, birden bire büyük engellerin önünde buluyorlar kendilerini…”
Soysal, öğrencilerin yetersizliğinin onların hatası olmadığını, bu gerçeği yok saymanın Türkiye’nin eğitim sorunlarından birini tümüyle çözümsüz bırakacağını belirttikten sonra eserini, bir “açma ve alıştırma” kitabı olarak tanımlıyor. Asıl ‘halkçı’ yaklaşımın böyle olabileceğinin altını çizerek.
Yürekten katılıyorum bu satırlara. İnsan küçümsemek yerine, düzgün bir eğitim verilmediğini, insanca koşullar oluşturulmadığını kabul edip eksiklikleri gidermeye çalışmak, kuşkusuz çok daha anlamlı ve gerekli.
Çoluk çocuğunu başka seçeneği olmadığı için bu eğitim tornasına emanet etmek zorunda kalan aklı başında insanlar kendilerine ‘müfredat dışında’ da çıkış yolları arıyor haliyle. Okul dışı merak geliştirmek, sanatla tanıştırmak, spora teşvik etmek, kültür gezileri vs. Bunları yapabilenlerin yine de azınlıkta kaldığını, milyonlarca çocuğun aynı şansa ulaşamadığını unutmayalım.
Bugün size tanıtmak istediğim kitap Yordam Kitap’ın son derece yerinde girişiminin parçası. Yordam, gençler için bir seri hazırlığına girişmiş: “Gençlerle Baş Başa.” Şu ana dek sosyalizm, kapitalizm, yapay zekâ ve insan olmak hakkında dört kitap yayınlanmış. Her biri konusuna hakim yazarların elinden. Benim kısaca söz edeceğim kitabın başlığı “İnsan Olmak.” Cem Eroğul’un torunu Kuzey ile ‘insan olmak’ üzerine zevkli sohbeti. Su gibi akan, her sayfasında ‘gerekliliğine’ bir kez daha kanaat getirdiğim bir çalışma çıkmış ortaya.
Kapağında ‘insan olmak’ yazıyor olsa da başlık yanıltmasın; aslında özet bir uygarlık tarihi bilgisi üzerinden yurttaşlık el kitabı olarak kurgulanmış gibi. Emekli anayasa profesörü ve Marksist bilim insanı Cem Eroğul’un torunuyla sohbeti, on yılların birikiminden damıtılmış bilgiyi sunuyor okuruna. Salt bilgi verdiği için değil, nasıl düşünülmesi gerektiğini anlatmaya çalıştığı ve konulara ilişkin merak uyandırabildiğinden çok sevdim bu sohbeti. Yalnızca olup biteni değil, olay ve olguların nedenlerini kurcalıyor dede torun! Bilimselliği, ‘kafa karışıklığının’ ne denli değerli ve gerekli olduğunu hatırlatarak aktarıyor ‘Dede’ Cem Eroğul. Torunu Kuzey de zamane genci tabii, akıllıca sorular sormuş.
Hoca’nın çoklukla temel kavramları anlatması gerekmiş Kuzey’e ve soyut kavramları tarihsel bağlam içinde aktarmak, ancak ömür boyu onlar üzerine düşünüp gençlere aktarmış birinin altından kalkabileceği bir durum. Hakikaten de bir şeyleri soyutluk düzeyinde tanımlamaya çalışmak bir yandan son derece güç, diğer yandan ‘düşünebilmek’ için o ölçüde gerekli. Tarih nasıl ilerledi, insan nasıl insan oldu, o insan ne zaman sömürülmeye başlandı, toplum, devlet ve kurumlar nasıl ortaya çıktı, birey düşüncesi hangi aşamada doğdu, birey ve toplumun karşılıklı belirlenim hali, insan hakları kavramının tarihi, insan ve toplum ile üretim biçimleri arasındaki ilişki, kapitalizmin gereksinim duyduğu toplum ve insan tipi, günümüzde insanın durumu, dizginsiz sömürünün güncel nedenleri, insan gibi yaşama umudu, umudun gerçeğe dönüşmesi için yapılması gerekenler, iklim krizi, dünyadaki dehşet verici gelir uçurumu ve hatta İstanbul Sözleşmesi…
Yukarıda da vurgulamaya çalıştığım gibi, yalnızca tarih bilgisi vermiyor Eroğul. Daha nadir bulunan bir şey yapıyor: ‘Düzgün’ düşünmek için ipuçları ve öneriler sunuyor satır aralarında. Kendi ifadesiyle, olgulara “ya şu ya da bu” değil, “hem şu hem de bu” diyerek bakmayı salık veriyor. Her tür saflık/mutlaklık iddialarına mesafeli olmak, ancak bunu yaparken ‘baskın’ eğilimleri ve bitip tükenmeyen dönüşümü/hareketi de gözden uzak tutmamak.
Cem Eroğul, şu umutlu cümleyle bitiriyor sohbeti: “…Bütün bunları başarmış olan bir canlı türünün, kendi kendini insan gibi yönetmeyi asla başaramayacağı nasıl savunulabilir ki? Gerçek şudur ki, Kuzeyciğim, nasıl ki insan geçmişte hep kendi mimarı olmuşsa, gelecekte de kendisini yaratmasını bilecektir.”
Dede’nin, torunu Kuzey’e verdiği yanıtlar, bıkıp usanmadan anlatmanın ve tükenmez bir görev duygusuyla emek harcamanın nasıl gerekli ve saygıdeğer bir ‘yol’ olduğunu hatırlatıyor okuruna…