Haluk Yurtsever: Sancılı, kaotik, farklı yollara açılabilecek bir sürecin içinden geçiyoruz
Göksel Durutuna - 10.02.2024 Gazete Duvar
DUVAR - Haluk Yurtsever, Kasım 2021’de yayımlanan kapitalizmin teorik ve tarihsel sınırları üzerine yazdığı 'Uygarlık Dönemeci'nin devamı 'Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk'ta yeni bir uygarlığın, bugünkü toplumda oluşmakta olan maddi önkoşullarına, olanaklarına yoğunlaşıyor. Kitabın yazımının 5 yıl aldığını belirten Yurtsever, "Bu iki kitapta zamanı gelmiş sorular sorup, olası yanıtlar üzerine okuyucuyla birlikte tartışmaya çalıştım" diyor.
Sorularımızı yanıtlayan Yurtsever, 14-28 Mayıs 2023 itibarıyla bir dönemin kapandığını ve son yıllardaki sık seçimlerle yurttaşların çok yorulduğunu vurgulayarak "AKP hariç, tüm düzen partileri zihinsel dağınıklık ve çözülme içindeler. Günümüz Türkiye’sinde ‘eskisi gibi’ devam etmek sosyalistler ve Kürtler için de mümkün değil. Sancılı, kaotik, farklı yollara açılabilecek bir sürecin içinden geçiyoruz" değerlendirmesinde bulundu.
‘Uygarlık Dönemeci’ ve ‘Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk’, aslında tek kitap olarak planladığınız ama birbirini tamamlayan iki çalışma. Kitapları yazma fikri nasıl doğdu? Yazım süreci nasıl gelişti? Bu süreçte Türkiye’de ve dünyada yaşananların kitaplara nasıl bir etkisi oldu?
20’li yaşlardan bu yana dünyayı değiştirmek isteyenler safında yer almış 68 kuşağından biri olarak ‘neden?’ diye sordum, dünyanın değiştirilmeyi en çok hak ettiği bir dönemde tarihsel inisiyatif neden bizde değil? Yirminci yüzyıla damgasını vurmuş, kapitalist düzene meydan okumuş, cüretli denemelere girişmiş proleter, komünist, devrimci hareketlerimiz bugün neden bu ölçüde etkisiz? Çağın sürekli değişim içindeki gerçekliğini yeniden kavramak, yeni yollar açmak için ne yapmalı? Üretici güçlerdeki, üretim ve mülkiyet ilişkilerindeki, sermaye birikim rejimlerindeki, bilim ve teknolojideki, sınıfların bileşim ve karşılıklı konumlarındaki değişim ve geçişleri nasıl anlamalı, nasıl karşılamalıyız? Programlarımızı, siyaset tarzımızı, örgütlenme ve mücadele biçim ve araçlarımızı nasıl yenileyebilir, amaçla yolu yakınlaştıran bir kültürleşme hareketini nasıl geliştirebiliriz? Daha onlarca eleştirel soru. Bu iki kitapta zamanı gelmiş sorular sorup, olası yanıtlar üzerine okuyucuyla birlikte tartışmaya çalıştım.
Yazma süreci, kimi zaman dik bir yokuş tırmanmak kadar yavaş ve zahmetli, kimi zaman coşkulu ve tempolu ilerledi. Kitabın yalnızca yazımı 5 yıl aldı.
Türkiye’de ve dünyada yaşananlar tüm yazım sürecini birinci dereceden etkiledi. Kavramak ve yorumlamak için, her aşamada yeniden çalışmak, araştırmak gerekti.
‘NÜKLEER SAVAŞ TEHLİKESİ İNSANLIĞIN TEPESİNDE SALLANIYOR’
Uygarlık Dönemeci’nde, ‘Sermaye uygarlığının yol çatalındayız. İnsanlık buradan ya devrimci bir silkinişle ileriye sıçrayacak ya da bilim kurgu distopyalarında betimlenen barbarlık çağlarına döneceğiz’ diyorsunuz. Bugünden baktığınızda şu an hangisi daha olası görünüyor?
Marksizm bir kehanet sanatı değil. Toplumsal süreçlerde neyin, ne zaman, nasıl gerçekleşeceğini önceden bilemiyoruz. Tarihin ve toplumun hareket yasalarını eğilimler olarak ayırt etmek ise mümkün: Dünya kavranabilir ve bilinçli insan eylemiyle değiştirilebilir!
Nereden bakıldığına bağlı olarak aynı soruya değişik yanıtlar verilebilir. Kapitalist dünya sisteminin içinde debelendiği, artık son derece somut, belirgin ve çok yönlü krizden bakıldığında sistemin bir sınıra, sürdürülemez bir eşiğe dayandığı görünüyor. ‘Eski’ dünya içinde yeni, eşitlikçi, toplumcu bir dünyanın maddi-manevi önkoşulları, olanakları oluşuyor. Dolayısıyla silkiniş ve sıçrayış mümkün. Öte yandan, sistem ömrünü uzatmak için elindeki ırkçılık, dincilik/mezhepçilik türünden geleneksel silahlara, bunlarla birlikte çıplak şiddete, baskı araçlarına sarılıyor. Ellerinde büyük bir yıkım gücü var. Nükleer bir savaş tehlikesi insanlığın tepesinde sallanıyor. Buradan bakıldığında ‘barbarlık’ da olasılıklardan biri olmaya devam ediyor.
Yalnız nükleer savaş tehlikesi değil, kapitalizmin içindeki saatli bomba gibi duran göç sorunu var örneğin. Milyonlarca insan, daha iyi yaşam hayaliyle zengin ülkelere göç ediyor. Kapitalist metropollerde, yabancı düşmanlığıyla, ucuz emek gücünden yararlanma refleksleri iç içe, yan yana gelişiyor. ‘Barbarların göçü’, iklim kriziyle birlikte günümüzün distopik senaryoları arasında yer alıyor.
Gramsci aklın kötümser, iradenin iyimser olduğunu yazmıştı. Bence olasılıklardan ‘hangisi olur?’ diye papatya falı açmak yerine, bize durumun ciddiyetini gösteren serin bir akılla düşünüp ‘ne yapabiliriz, ne yaparsak olayların gidişini şu yöne çevirebiliriz?’ diye soran iradenin işaret ettiği biçimde davranmak gerekiyor.
‘Küresel ısınma, iklim krizi, ‘yaklaşan felaket’ değil, günlük yaşamımızın kendini her gün daha şiddetli duyuran bir gerçeğidir artık’ diyorsunuz. İnsanlık bu gerçeğin farkında mı? Sermaye uygarlığının ürünü dediğiniz ‘ekolojik kriz’ için dünya ne yapmalı?
Ekolojik yıkımın, iklim krizinin pratik sonuçları artık herkesi etkiliyor. Ekolojik bilinç ve duyarlılıkta tüm dünyada ve bizde de gözle görünür bir yükseliş var. Ne yazık ki bu henüz gidişi durduracak büyüklük ve etkide değil. Dolayısıyla, yapılması gerekenlerin başında, durumun ciddiyetini, acilliğini toplumun en geniş kesimlerinin bilincine yaymak geliyor.
Evet sorunuz çok yerinde. ‘Dünya’ ne yapmalı? Çünkü, bu sorunun varlığı da, çözümü de bölgesel değil, küresel! Nitekim, küresel konferanslar, platformlar toplanıyor, kararlar alınıyor. Çoğu uygulanmıyor. Kapitalizmin rekabetçi varoluş mantığı dünya çapında, ortak önlem, program ve planlamanın önündeki en büyük engel. O zaman soruyu, sorunun bilincinde olanlar ne yapmalı diye değiştirmemiz gerekiyor. Bu konuyu kitapta uzunca tartıştım. En başta, sorunun esas failini açıkça belirlemek, kâra dayalı üretim ve tüketim çılgınlığına karşı üretimi ‘ihtiyaç’ ve kullanım değerleri temelinde yeniden tanımlamak, büyük kaynak israfına son verilmesi için de ‘hemen şimdi’ harekete geçmek, bazı şeyleri yaptırmamak bazılarını da yaptırmak için militan mücadele yürütmek gerekiyor.
‘HER ŞEY OLABİLİR; BU HAMUR DAHA ÇOK SU KALDIRIR’
Geçen sene 24 Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla başlayan savaşı 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki en önemli tarihsel olay olarak değerlendiriyorsunuz. Ekim ayından bu yana İsrail’in Filistin’e saldırıları da devam ediyor. Avrupa ve Orta Doğu’da yaşanan bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Nasıl sonuçlar doğuracak?
Günümüz jeopolitiğinin iki kutbunu, Amerika Birleşik Devletleri ile Çin Halk Cumhuriyeti oluşturuyor. Küresel kapitalizmin ekonomi politiğini ise, sınırlarına dayanmış bir sistemin yapısal bunalımı belirliyor. Kapitalizm krizli bir sistemdir. Krizlere karşı bugüne dek buldukları en etkili çözüm ‘yaratıcı yıkım’dır. En etkili yaratıcı yıkım aracı savaştır. Yeni türden bir dünya savaşı tehlikesi bu çerçevede büyüyor. Bölgesel savaşlar, vekalet savaşları ise en başta Orta Doğu’da olmak üzere dünyanın dört bir yanında sürüyor.
İki saptama yapabiliriz. Birincisi, Gazze savaşı, stratejik tercihini güçlerini Pasifikte yoğunlaştırmak olarak belirleyen ABD’yi yeniden Orta Doğu’ya çekmiştir. İkincisi, ne ABD ve bağlaşıklarının, ne de Çin-Rusya-İran tarafının doğrudan bir çatışmaya hazır ve istekli olmadıkları ortaya çıkmıştır. Savaşın bölgeye yayılması olasılığı ise gündemden düşmemiştir.
İsrail terör devleti başta ABD, Batı’nın desteğinde Filistin halkına terör ve soykırım uyguluyor, tüm Filistin topraklarına el koymak istiyor. Avrupa, ‘insan hakları’, ‘uluslararası hukuk’, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ vb. kavram ve değerleri açısından sınıfta kalmıştır. Dünya siyasetindeki ağırlığını yitirmiştir.
Filistin Cihadcı Hamas’tan, İsrail Siyonist dinci fanatiklerden ibaret değildir. Sorunun bu ölçüde ağırlaşmasında Filistin ve İsrail’de inisiyatifin dinsel fetiş ve kutsallıkları savunan, karşıtını yok etmeyi ‘hak’, kutsal ‘görev’ gören güçlere geçmesinin çok önemli payı var. Bu sürecin nasıl sonuçlar doğuracağı sorunuzu ise kısaca özetlemeye çalıştığım verili çerçeve ve son derece oynak, kararsız Orta Doğu dengeleri nedeniyle ‘Her şey olabilir; bu hamur daha çok su kaldırır’ diye yanıtlayacağım.
‘Önümüzdeki dönemde, gelişmiş kapitalist ülkelerde daha belirgin biçimde olmak üzere tüm dünyada sınıflar arası mücadelenin öne geleceğini gösteren belirtiler çoğalıyor’ diye yazmışsınız. Bu belirtiler neler?
Önce tersinden belirtilere dikkat çekmek istiyorum. Örneğin ABD’de Trump’ın, Avrupa’da sağ milliyetçi hareketlerin yükselişindeki ilk bakışta görünmeyen sınıfsal yönü görmek gerekiyor. Bunlar, evet bildiğimiz ırkçı, milliyetçi, kadın ve yabancı düşmanı hareketler. Ama öte yandan, sol/sosyalist hareketlerin bıraktıkları büyük boşlukta neoliberal sermaye birikim uygulamalarının emekçi sınıfların yaşam geçim koşullarında yarattığı yıkıcı etkileri sömürerek kitle tabanı kazanıyorlar. Trump’ın ‘önce Amerika’ programı Amerikan emekçilerine çekici gelen öğeler taşıyor. Fransa’da Le Pen’in, Almanya’da neonazi partinin programlarında dar gelirlilerden alınan vergilerin özellikle de dolaylı vergilerin, emeklilik yaşının ve konut kira fiyatlarının düşürülmesi gibi apaçık sınıfsal talepler yer alıyor.
İkincisi, tüm dünyada servet ve gelir farklılaşması giderek tüm ülkeleri kesen bir karakter kazanıyor. Aralarındaki büyük zenginlik farkına rağmen, örneğin Amerika ile Hindistan’ın en zenginleri ile en yoksulları birbirlerine yaklaşıyor. Bu, çok net bir nesnellikle emekçilerin yaşam geçim sorunları bakımından sınıfsallığın ‘ulusallığın’ önüne geçmesi anlamına geliyor. Emekçilerin, kendi ülke devletlerinin ya da herhangi bir devletin tarafında yer alarak ekonomik sınıfsal konumlarını iyileştirme şansı bulunmuyor. Tek çıkış yolu olarak sınıf birliği ve dayanışması kalıyor.
Üçüncüsü, ‘ekonomik milliyetçi/ulus devletçi’ ya da refah devletlerini ihya etmeyi vaat eden yeni sosyal demokrat eğilimler, kapitalizmin ‘yeni normal’inde sınıf çelişkilerini yumuşatacak olanak ve kapasiteden yoksunlar. Çok somut ve güncel bir örnek vermek gerekirse, eskisinden farklı olarak devletler, büyük sermayeden giderek daha az vergi toplayabiliyor, çarkları bu en zengin kesimden daha çok borç alarak döndürüyorlar. ‘Borç krizi’nin dinamiklerinden biri budur. Bu sınıfsallığın egemenler açısından da öne çıktığını gösteriyor.
Bu soruya daha tama yakın bir yanıt için, ilgili okuyucuya kitaptaki ‘ikincil sömürü biçimleri’ ve katmanlaşarak, çeşitlenerek büyüyen ‘toplumsal proletarya’ bölümlerine bakmalarını öneriyorum.
‘SOSYALİSTLER VE KÜRTLER İÇİN DE ‘ESKİSİ GİBİ’ DEVAM ETMEK MÜMKÜN DEĞİL’
14-28 Mayıs seçimlerini değerlendirdiğiniz bölümde ‘Toplumların tarihindeki hiçbir büyük değişiklik seçimle gerçekleşmemiş, seçimle elde edilen hiçbir ilerici kazanım kalıcı olmamıştır. Halkın siyaset, direnme, devrim hakkını kullanmadığı koşullarda seçim bir düzen oyuncağı işlevi görmektedir’ diyorsunuz. Türkiye’deki seçim sistemini de düşününce ne yapılmalı?
Kitaptaki saptamamı soru içinde aktarmış oldunuz. Bu saptamayı hem tarihsel deneyimin, hem de günümüzdeki gelişmelerin doğruladığını düşünüyorum.
Türkiye’ye gelince. Askeri darbe ya da siyasal bir devrimin reel bir seçenek olarak görünmediği günümüz koşullarında Türkiye’de devlet erkini biçimsel olarak kimin kullanacağı seçim ve oyla belirleniyor. Yurttaş oy kullanmayı siyasete katılmanın biricik yolu olarak görüyor. Türkiye’nin yıllardır dünyada seçime katılımın en yüksek olduğu ülkelerden biri olmasının nedenlerinden biri kanımca bu.
Öte yandan, 14-28 Mayıs 2023 itibarıyla bir dönemin kapandığını düşünüyorum. Son yıllardaki sık seçimler yurttaşları çok yordu. Durumların seçimle değişeceği umudu geniş toplum kesimlerinin gözünde çok büyük yara aldı. AKP’nin ihtiyaçlarına göre durmadan değişen seçim sistemi, seçim hile ve manipülasyonları, düzen partilerindeki ilkesiz, niteliksiz, aslında siyasetsiz gidişat bezginliği, moral bozukluğunu ivmelendirdi. Şimdilik AKP hariç, tüm düzen partileri zihinsel dağınıklık ve çözülme içindeler. Günümüz Türkiye’sinde ‘eskisi gibi’ devam etmek sosyalistler ve Kürtler için de mümkün değil. Sancılı, kaotik, farklı yollara açılabilecek bir sürecin içinden geçiyoruz.
Kanımca, seçim ve oy düzeneklerini siyaseten yok ve önemsiz saymayan ama temel sorunların çözüm adresi olarak toplumsal proletaryayı, her ulustan, her cinsiyetten emekçilerin doğrudan demokratik kitle hareketini gören ve gösteren bir siyasal tutum gerekiyor.
‘REJİM ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMİ SAVAŞ TAMTAMLARIYLA KARŞILAMAYA HAZIRLANIYOR’
Erdoğan’ın Türkiye’yi bir dahaki seçime kadar dirlik düzen içinde yönetmesinin olanaksız olduğunu söylüyorsunuz. Erdoğan Anayasa değişikliğine hazırlanıyor ve önümüzde yerel seçim var. Nasıl bir tablo bekliyor Türkiye’yi?
Anlatım kolaylığı olsun diye ‘iç’ ve ‘dış’ diye ayırdığımız üst üste binmiş dinamiklerin kesişim noktasında Türkiye’yi zor, çetin günler bekliyor. Savaş, ‘terör’, ‘bölüşüm şoku’, rant paylaşım kavgaları, deprem vb. bu zor dönemin olası gündem maddeleridir. Emek-sermaye, zengin-yoksul çelişkisini yumuşatacak olanakları tükenmekte olan, Kürt sorununu ‘terör’ kavramıyla özdeşleştiren rejim önümüzdeki sert geçeceği açık dönemi çıplak şiddetle, demir yumrukla, savaş tamtamlarıyla karşılamaya hazırlanıyor. Erdoğan, bu topraklardaki büyük ve artık ‘küresel’ sermayenin emperyal/yayılmacı isteklerinin temsilcisidir. Silah sanayiinde son yıllarda kaydedilen ilerlemeleri görmezden gelemeyiz. Türkiye teknoloji yoğun silah üretiyor ve ihraç ediyor. Silahlanma, sınır ötesi askeri harekâtlar ile ‘Türkiye yüzyılı’, ‘Misak-ı Milli’yi günceleme’, ‘mavi vatan’ ve benzeri slogan ve söylemler arasında sımsıkı bir nedensellik var. Yargıtay 3. Ceza Dairesi eliyle yapılan 3 Ocak darbesi demir yumruk ve savaş yöntemleriyle yönetme yolunda atılmış çok önemli bir adımdır. Darbeyi anayasa değişikliğini ‘haklı’ kılacak bir gerekçe olarak kullanmaya başladılar bile. Anayasa değişikliği, çetin gündemi önemsizleştirmek için de işlerine geliyor. ‘Sivil anayasa’ ambalajı ile, yeni anayasa konusunu, ‘ailenin, dinsel değerlerin korunması’ ve ‘teröre karşı beka’ eksenindeki bir kutuplaşmanın konusu yapmaya çalışacaklar. Laikliğin son kalıntılarını ve toplumsal cinsiyet kazanımlarını da temizleyen bir anayasa operasyonuna hazırlanıyorlar. ‘Reise göre hukuk’un saray bürokrasisi içindeki fantastik ve pervasız teorisyenleri daha şimdiden Türkiye Cumhuriyeti tarihinin tartışmasız en gerici parlamentosu olan bugünkü meclisin ‘asli kurucu’ değilse de ‘temsili kurucu’ kapasiteye sahip olduğunu işlemeye başladılar bile. Bu taarruzu, parlamento içi muhalefetle, anayasa hukuku tartışmalarıyla geri çevirme olanağı yoktur. Bu dayatmanın kendisini de, tartışılmasını da usulden ve esastan, eylemli biçimde reddetmek gerekiyor.