Fatih Yaşlı'yla 'Halkçı Ecevit' kitabı üzerine:
Çağdaş Sümer, sol.org.tr, 28.05.2020
Bugün yakın Türkiye tarihinin hakkında en çok konuşulan siyasetçilerinden birinin, Bülent Ecevit'in doğum yıldönümü. Ecevit hayatını kaybedeli 14 yıl olmasına rağmen, Türkiye'de bugün yaşananları anlamak için hala dönüp bakılması, anlaşılması gereken bir politik figür olarak duruyor.
Akademisyen/yazar Fatih Yaşlı'nın Yordam Kitap tarafından yayımlanan son kitabı 'Halkçı Ecevit' tam da bu ihtiyacı karşılamak için kaleme alınmış. Geçtiğimiz günlerde satışa sunulan kitap için Yaşlı "Türkiye tarihinin belli bir dönemini, 1945 ile 1980 arasını, yani Türkiye’nin Soğuk Savaş yıllarını, belli politik figürler ve o figürlerle özdeşleşmiş akımlar/partiler üzerinden anlatma çabası" ifadelerini kullanıyor.
Kitabın üzerinde durulması gereken en önemli tezi ise Ecevit'in de temel motivasyonunun Türk sağının üç önemli ismi Demirel, Erbakan ve Türkeş gibi, antikomünizm olduğu.
Yaşlı'nın sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde:
***
Geçen yıl yayınlanan Türkeş’le ilgili çalışmanın hemen ardından bu yıl da “Halkçı Ecevit” geldi, buradan bir tür politik biyografi yazımına yöneldiğiniz gibi bir sonuç çıkarmamız mümkün mü?
Aslında hayır, politik biyografi yazmak gibi bir uğraş içerisinde değilim, Türkiye tarihinin belli bir dönemini, 1945 ile 1980 arasını, yani Türkiye’nin Soğuk Savaş yıllarını, belli politik figürler ve o figürlerle özdeşleşmiş akımlar/partiler üzerinden anlatma çabası demek daha uygun görünüyor buna. Şu aşamada özel olarak odaklandığım yer ise özellikle 1960’lar ve 70’ler, çünkü 1945-80 arası dönemin “uzun yirmi yıl”ı olarak görüyorum bu tarihsel aralığı. 27 Mayıs’la açılan, araya 12 Mart’ın girdiği ve 12 Eylül’le kapanan, içerisine solun toplumsallaşmasının ve kitleselleşmesinin, işçi ve öğrenci hareketinin yükselişinin, bunların karşısına faşist hareketin çıkarılışının ve siyasal İslam’ın filizlenişinin sığdığı, Türkiye toplumunun ekonomik, politik ve sosyal olarak köklü bir dönüşüm yaşadığı, krizlerle yüklü olan, yani Türkiye’nin Soğuk Savaş’ının en hareketli, en “civcivli” yılları bu yıllar. Benim açımdan çekiciliğinin kaynağını da bu oluşturuyor esas olarak.
Böyle dediğinizde kaçınılmaz olarak akla Türkeş ve Ecevit’le birlikte, Demirel ve Erbakan da geliyor, onlar da bu tarih yazımının bir parçası olacaklar mı?
Evet, Demirel üzerinden 60’lar ve 70’ler merkez sağını ve Erbakan üzerinden ise siyasal İslam’ı yazmak istiyorum. Ancak bunlardan önce sadece 1965 yılına odaklanan, 1965 yılında yaşanan iç ve dış gelişmelerden yola çıkarak o ”uzun yirmi yıl”ın ruhunu ortaya koymayı amaçlayan bir kitap projem var. Çünkü 1965 yılını bir kırılma noktası olarak görüyorum. TİP’in güçlenmesi ve seçimlerde Meclis’e 15 milletvekili sokması, Demirel’in antikomünist bir söylemle Adalet Partisi’ni tek başına iktidara taşıması, Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun kuruluşu, Türkeş’in sürgünden dönerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni ele geçirmesi, İnönü’nün “ortanın solu” kavramını ortaya atışı ve Ecevit’in bunu formüle etmeye girişmesi, yani Türkiye siyasetinin en derin yarılmalarından biri 1965 yılında başlıyor ve sonra da dallanıp budaklanıyor. 1965, 27 Mayıs rejiminin siyasal alan üzerinde yarattığı etkinin kristalize olduğu ve 1980 yılına kadar yaşanacakların başlangıcını teşkil eden bir milat bana göre ve önce bu miladı anlatmam gerektiğini düşünüyorum.
Peki neden, neden 1945-80 arası ve neden özellikle bu “uzun yirmi yıl”?
Türkiye’nin düşünsel ve akademik yaşamında çok uzunca bir süredir “liberal” ya da “Weberci” diyebileceğimiz bir paradigma hakim. Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini “nevi şahsına münhasır” bir toplumsal formasyon tarifi ve “yokluklar” üzerinden anlamaya, anlatmaya çalışan, sınıfları, sınıf mücadelelerini, Türkiye’nin emperyalist bağımlılık ilişkileri içerisindeki yerini yok sayan, Türkiye’deki temel çelişkiyi sınıflar üzeri bir devletle sınıf bilincinden yoksun bir toplum ya da aynı anlama gelmek üzere merkez-çevre ikiliği üzerinden okuyan bir paradigma bu. Oysa Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinin tarihsel materyalist, Marksist bir tarihinin yazılması bir ihtiyaç olarak karşımızda duruyor. Ben bu ihtiyacın 1945-80 arası olan dönemine, yani Soğuk Savaş yıllarına ama özellikle 1960’lar ve 70’lere mütevazı bir katkı yapmaya çalışıyorum.
Tekrar son kitabınıza, “Halkçı Ecevit”e dönecek olursak, okurlar sizi Türk sağı üzerine yaptığınız çalışmalarla tanıyor ve biliyordu ama bu sefer “sol”dan bir figürle, Ecevit’le karşılarına çıktınız. Bunun nedeni nedir?
Bunun aslında birden fazla nedeni var. Birincisi “Antikomünizm Ülkücü Hareket, Türkeş”i yazarken elimde doğal olarak Ecevit’le ve CHP’yle de ilgili çok fazla malzeme birikmişti; çünkü MHP’nin tarihini yazarken mutlaka CHP’nin tarihine de bakmak gerekiyordu. Dolayısıyla çok hızlı bir şekilde bu kitabı yazabileceğimi düşündüm ve buraya yöneldim. İkincisi, az önce de söylemiş olduğum üzere, 1960’lar ve 70’ler Türkiye’sinin tarihini Soğuk Savaş ve antikomünizm bağlamında ve dört temel siyasi figürü/partiyi merkeze yerleştirerek yazmak gibi bir hedefim var, bu nedenle de Ecevit’le yola devam etmek istedim. Tıpkı diğer üç figür gibi bir Soğuk Savaş dönemi düzen siyasetçisi olarak Ecevit’in ve ortanın solunun da temel motivasyonunu antikomünizmden aldığını, siyasi varoluşlarının temelinde antikomünizmin olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de Ecevit’i yazmak kaçınılmaz bir zorunluluktu. Üçüncüsü ise elbette ki güncel bir tartışmayla ilgili. Bu tartışmanın bir boyutunda günümüz CHP’sinin yaşadığı ve benim “ortanın sağı” diye adlandırdığım ideolojik dönüşüm, diğer boyutunda ise Türkiye’de sol bir siyasetin, sol popülizmden sosyalizme uzanan bir yelpazede sol bir siyasetin kendisini var edip edemeyeceği sorusu bulunuyor. Dolayısıyla kitabın güncele de müdahale etmek gibi bir derdinin olduğunu söyleyebilirim.
“Halkçı Ecevit” bir önceki kitabınızla birlikte okunduğunda ortaya ilginç bir sonuç çıkıyor. Türkeş’le ve genel olarak Türk sağıyla Ecevit her ne kadar uzun yıllar birbirlerine siyaseten hasım olmuşlar ve hatta Ecevit çok kere sağcı şiddet tarafından hedef alınmışsa da, tarafların antikomünizm paydasında ortaklaşabildiklerini görüyoruz. Bunu nasıl anlamamız gerekiyor?
Her iki kitabın da üzerine inşa edildiği şey 1945-80 arası Türkiye siyasetinin ana belirleyeninin antikomünizm olduğu iddiası. Soğuk Savaş’la birlikte antikomünizm Türkiye siyasetinin merkezine yerleşiyor ve devlet aygıtının yapılanmasından eğitim sistemine, dinselleşmeden uluslararası ilişkilerin nasıl kurulacağına dair bütün bir siyasal alanı ve onun içerisindeki aktörlerin, öznelerin tutum ve davranışlarını, pozisyonlarını belirliyor. Ecevit ve onun teorize ettiği “ortanın solu” da 1960’lar Türkiye’sinde, siyasetin hızla sola çektiği günlerde, “komünizmle mücadele” misyonunu açıkça ortaya koyarak siyaset sahnesindeki yerini alıyor. Ecevit bir yandan Türk sağına “komünizmle sizin yöntemlerinizle mücadele edilmez, komünizmi ancak batı tipi bir sosyal demokrasi önleyebilir” derken, Türkiye sermaye sınıfına da sürekli olarak “işçiler, kendilerine bazı hakları verdiğimiz için radikalleşmiyorlar” diyor ve ortanın solunun bunlar nezdindeki meşruiyetini, “dürüstçe” diyebileceğimiz bir şekilde tesis etmeye çalışıyor. Dolayısıyla düzenin siyasi aktörlerinin hepsinin kafası sosyalizme, komünizme bakışta son derece net, ancak “çözüm”ün ne olduğu konusunda uzlaşamıyorlar. Öte yandan hem Türk sağı hem de Türkiye sermaye sınıfını “ortanın solu”nu kitlelerin sosyalizmle buluşmasını ve ortanın solunun soluna geçişi kolaylaştırıcı bir faktör olarak görüyorlar, esas itirazları da bundan kaynaklanıyor.
Kitabın sonuç bölümünde, CHP’nin bugünkü siyasal konumlanışını anlatırken, bırakın “ortanın solu”nu, giderek merkez sağda konumlanan ve “ortanın sağı”nı iktidara gelmenin bir aracı olarak gören bir tutumdan söz ediyorsunuz. Neticede CHP bir düzen partisi değil mi, bu tutumu doğal bulmuyor musunuz?
Bana göre “düzen partisi” olmakla “rejim partisi” olmak arasında ince bir çizgi var. CHP elbette ki bir düzen partisi ama düzen partileri de muhalefet ederler, iktidarı hedeflerler, hükümetlerle kıyasıya bir rekabet içerisine girerler. CHP, muhalefetini AKP’nin inşa ettiği rejimin ve kullandığı siyasal söylemin içerisinden yapıyor. “Türkiye toplumunun özü itibariyle sağcı olduğu” şeklindeki iddiayı veri olarak kabul ediyor ve ancak sağcılıkla sağcılık, İslamcılıkla İslamcılık yarıştırarak iktidar olabileceğini düşünüyor ve bu anlamda “düzen solu”, “merkez sol” olmak gibi iddialardan da çok büyük ölçüde vazgeçmiş durumda. Bu ise yüzünü sola dönmeye ve bir ayağını düzen dışına atmaya meyilli cumhuriyetçi, ilerici kitleler üzerinde bir fren mekanizması oluşturuyor, o kitleleri de çürütüyor ve ehlileştiriyor. Dolayısıyla bugün CHP’yi eleştirmek, bizim açımızdan CHP’yi “düzeltmek” ya da “sola çekmek” anlamına gelmiyor; bugün CHP eleştirisi rejimin ve sağcılığın eleştirisi demek, bu ise CHP tabanını oluşturan kitlelere başka bir seçeneği işaret etmekle, o kitleyi politize etmeye çalışmakla doğrudan bağlantılı.