Sepetim (0) Toplam: 0,00 TL

Erkin Özalp: Devrim arayışları ‘bulaşıcı’ olabiliyor

Kavel Alpaslan 01.06.2024 - Gazete Duvar

 

Neoliberalizmin yarattığı kuşatma hali, toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturan alt sınıflar için hayatı dayanılmaz bir hale getiriyor. Öte yandan tek bir emperyalist gücün hakimiyeti, zamanında iddia edildiği üzere dünyaya barış getirmek şöyle dursun; nükleer savaş ihtimalini gündelik hayatın bir parçası haline getirdi. Emperyalist kasaplığın, neoliberal bozgunun toplumsal hareketleri yansımasının olmaması düşünülemezdi. Nitekim son otuz yıl, pek çok başarılı-başarısız deneyime sahne oldu. Elimizdeki pratiklerin nicel çoğunluğuna karşın nitel olarak devrim arayışına dair bir açmaza girildiği de bir gerçek. Devrimci, radikal taleplerin rüzgarıyla şişirilen yelkenler, dümene oturan siyasi öznelerin rotayı farklı bir yöne kırmasıyla birlikte yavaşça söndü. Geriye çağımızın devrim arayışlarına dair önemli bazı dersler ve sorular kaldı.

Yunanistan, Nepal, İspanya, Venezuela, Rojava, Meksika ve çok daha fazla deneyimin izini süren yazar Erkin Özalp’in 2023 yılının Ekim ayında Yordam Kitap’tan çıkan ‘Devrim Nasıl Yapılır?’ adlı eseri geçtiğimiz ay ikinci kez basıldı. Kitapta, ‘Dünyada Strateji Arayışları’ alt başlığıyla yakın döneme ait sol mücadele deneyimleri üzerinde duruluyor. Biz de Özalp ile hem eserini hem de devrim arayışlarına dair dersleri/soruları konuştuk.

RADİKAL TALEPLERİ ‘AYAK BAĞI’ YAPMAK

Son yıllarda toplumsal mücadelelerde üç aşağı beş yukarı benzer bir şekilde tekrar eden bir süreç var: Başta ekonomi olmak üzere çeşitli sebeplerle büyüyen bir halk ayaklanması/hareketi ve onun içerisinden çıkan ya da onunla birlikte güçlenen bir siyasi hareketin radikal talepler dile getirerek kazandığı seçim başarısı. Bu başarı bir süre herkesçe alkışlanıyor, ‘bilmem kim döneminden beri ilk kez solcu başkan seçildi’ gibi ifadelerle manşetler cezbedici hale geliyor. Fakat çok kısa bir süre içerisinde radikal taleplerin şu ya da bu nedenle gerçekleşmediğini ve siyasi hareketin ‘anaakımlaştığını’ görüyoruz. Radikal taleplerde ilk gemiden atılan vaatler genelde kamulaştırma ya da NATO’dan ayrılma gibi mülkiyet ve emperyalist odaklarla ilişkiler başlığı altında değerlendirebileceğimiz maddeler oluyor. Sonuç olarak iktidarını koruma çabasıyla başkalaşan ya da önemini yitiren bir hareketin tortusu kalıyor geriye. Kitabınızda siz de benzeri izleklere sahip ancak pek çok farklı koşulun sonucunda deneyimlenmiş örneklere yer veriyorsunuz. Yakın döneme ait bu örnekleri incelerken devrim stratejileri karşısındaki engebeler arasında bir ortaklık gözlemleme fırsatınız oldu mu?

Aslına bakılırsa, radikal talepler daha iktidara gelmeden, hatta iktidarın henüz hayli uzağındayken bile rafa kaldırılabiliyor. Evet, halkın hoşnutsuzluklarının belirginlik kazandığı özel dönemlerde, radikal talepler ileri süren siyasal hareketler hızla güç kazanabiliyor.

Ama seçimlerle iktidara gelmek ya da belediye başkanlıkları, milletvekillikleri vb. kazanmak, kendi başlarına birer amaç haline gelirse, radikal talepler birer ayak bağı olarak görülmeye başlıyor.

Çünkü, radikal taleplerin toplumsal ölçekte belirli bir onay bulması, düzenin de radikal tepkiler üretmesine yol açıyor. Örneğin, düzen medyası, radikal taleplerin hayata geçirilmesinin ülkeyi yıkıma sürükleyeceği propagandasını yaparak halkı korkutmaya çalışıyor. Örneğin, sermaye sahipleri, radikal talepler ileri süren bir siyasal hareket güç kazandığında, varlıklarını yurt dışına kaçırmaya başlayarak, ülkenin yıkıma sürükleneceği korkusunu pekiştiriyor. Örneğin, emperyalist devletler, solun iktidara gelmesini engellemek ve eğer gelirse onu düzenin sınırlarına çekmek ya da devirmek için her tür müdahaleyi yapıyor.

Yakın geçmişin örneklerinde benim gördüğüm bir ortaklık, köklü toplumsal dönüşümlerin somut olarak nasıl gerçekleştirileceğini tarif etme işinin belirsiz bir geleceğe ertelenmesi. Önce güç kazanmak, sonra iktidara gelmek, ardından iktidarı elde tutmak öncelikli görevler olarak belirlenirken, kapitalist düzene somut olarak nasıl son verileceği çoğu zaman hiç tartışılmıyor. Dolayısıyla, bu hedefe uygun stratejiler de tarif edilememiş oluyor.

‘İHANET’ KAÇINILMAZ MI?

İlk soruda bahsettiğimiz tekrarlanan sürecin aslında bir perdesi de birtakım kişilerin ya da siyasi kurumların ‘ihanetle’ suçlanması. Örneğin Yunanistan’da SYRIZA ya da Şili’de Gabriel Boric sık sık devrimci taleplere ‘ihanet ettikleri’ gerekçesiyle eleştirildi, hâlâ da eleştiriliyor. Evet, kendilerini var eden taleplere ‘ihanet ettikleri’ bir gerçek ancak sadece bu yorum yeterli mi? Siz de kitabınızda bu tartışmayı derinleştiriyorsunuz. Mesele sizce nereden kaynaklanıyor? Seçimle başa geçmek mi sorun? Yoksa program, kadro ve kitlesel desteğin yetersizliği mi?

İktidara nasıl gelirseniz gelin, eğer iyi düşünülmüş kısa ve orta vadeli programlarınız bulunmazsa, eğer örgütlü bir kitle hareketinin karar alma ve uygulama süreçlerine katılmasını sağlayamazsanız, eğer bu iki koşulun yerine getirilmesi açısından da vazgeçilmez olan devrimci kadrolardan yoksun olursanız, sermaye sahiplerinin ve emperyalist devletlerin saldırıları karşısında geri adım atmak ya da iktidarı tümüyle bırakmak zorunda kalırsınız.

Dolayısıyla, yakın geçmişteki örneklerin çoğunda, eğer mutlaka bir ‘ihanet’ten söz etmek istenecekse, bunun kaynağını en sonda değil, daha erken aşamalarda aramak gerekir. 

İktidara gelme mücadelesi, halkı siyasetin gerçek öznesi haline getirmek için mi kullanılıyor, yoksa yalnızca halkın, daha doğrusu seçmenlerin pasif desteğini kazanmak için mi? Kadrolardan, örgütlü bir halk hareketinin yaratılmasına ve güçlendirilmesine öncülük etmeleri mi isteniyor, yoksa yalnızca bazı teknik görevleri yerine getirmeleri mi?

Siyasetin bütün yükü, kitlelere ‘her şey çok güzel olacak’ mesajını veren bir liderin ve onun yakın çevresinin omuzlarına bindirilirse, eninde sonunda yapmak zorunda kalacakları şey, düzen güçlerine boyun eğmek olacaktır.

Erkin Özalp

ELLERİMİZİ KİRLETMEMENİN GÜVENCESİ VAR MI?

Bir de tersten bakmalıyız belki: ‘Elleri kirletmemek’ için siyasi arena ya da parlamento amasız fakatsız tamamen reddedilebilir mi diye de düşünmek gerekiyor. Sadece ‘saflık’ arayışına girip, toplumsal hayatın belli alanlarını bu anlamda yok saymanın toplumsal hareketlere ve onlarla ilişkili siyasi odaklara nasıl yansımaları olabilir?

Elimizi kirletmeme güvencesini sunan herhangi bir alan var mı ki, diye sorarak devam edebilirim ben de...

Örneğin, sendikal mücadeleler, sendika ağalarını da üretiyor. Örneğin, yerel çalışmalar, dar grup çıkarlarının belirleyici hale gelmesine yol açabiliyor. Gereken önlemler alınmazsa, her alanda, kariyeristlerin ve bireysel çıkar peşinde koşanların önü açılabiliyor.

Belki de, elleri kirletmemenin tek yolu, halkın ayaklanmasını beklemekten geçiyordur. Hem, halk ayaklanmaları gerçekleştiğinde, hükümetler devrilebiliyor... Ne var ki, bir hükümetin devrilmesi, onun yerine devrimci bir hükümetin kurulmasını güvence altına almıyor. O zamana kadar siyasi arenada ve bu arada parlamentoda hiçbir varlık gösteremeyenler, yalnızca bir halk ayaklanması gerçekleşti diye iktidara gelmiyor. Düzenin kendi içinden yeni alternatifler üreterek yoluna devam etme kapasitesi hayli yüksek.

Bu noktada kitabımdaki iki saptamaya değineyim. Birincisi, bugüne kadar, hükümetlerin halk tarafından az çok meşru sayılan seçimlerle iş başına geldiği hiçbir ülkede, sol, seçim dışı yollarla iktidara gelemedi. Buna karşılık, seçimle iktidara gelen solcular da, yine bugüne kadar, kapitalizmin aşılması hedefi doğrultusunda çok fazla yol alamadı. Dolayısıyla, bugünkü biçimiyle siyasi arenayı toptan reddetmek kadar, iktidara gelirken ve geldikten sonra bu arenayı köklü dönüşümlere tabi tutma mücadelesini yürütmemek de yanlış olacaktır...

BÜYÜK HEDEFLERLE KÜÇÜK HEDEFLER ARASINDAKİ BAĞ

Bazen büyük hedeflere ulaşma umudu zayıfladıkça, hareketlerin küçük hedeflere daha fazla önem verebildiğini görüyoruz. Belki de yaşadığımız eksen kaymasının özeti niteliğindeki bu durumu biraz daha eğerek bir de şöyle de sormalıyız: Günümüzde küçük hedeflere ulaşma amacıyla yola çıkanların dahi uzun soluklu bir başarısı yokken, nasıl oluyor da hâlâ bu küçük hedeflerde ısrar daha ‘gerçekçiymiş’ gibi lanse edilebiliyor? Daha kaç SYRIZA, Podemos, Boric, Yolanda Diaz, Alexandria Ocasio-Cortez tanımamız gerekiyor radikal toplumsal dönüşümleri mümkün kılacak 'büyük hedeflere' yönelmek için?

Bana kalırsa, burada kritik önem taşıyan konu, büyük hedefler ile küçük hedefler arasındaki bağların nasıl kurulduğu ya da kurulup kurulamadığı.

İlk bakışta daha gerçekçi görünebilen küçük hedeflerin ötesine geçemeyenlerin pek fazla yol alamadığı doğru. Ama büyük hedeflerin propagandasını yapmakla sınırlı kalan bir siyasal mücadele de pek fazla ilerletici olamıyor. Ve uzun yıllar boyunca soyut bir sosyalizm propagandası yapıp anlamlı sonuçlar elde edemedikten sonra arayış içine girenler, bu kez de güncelliğe teslim olarak sosyalizm hedefini tümüyle bir kenara bırakabiliyor.

Örneğin, bir belediye başkanlığını kazanmak, kendi başına ele alındığında, küçük bir hedeftir elbette. Ama eğer seçim çalışmalarının örgütlü bir halk hareketi tarafından yürütülmesi sağlanabilirse, kazanılan bir belediye başkanlığı hem halk hareketini güçlendirmek hem de devrimci kadroların sayısını artırmak için kullanılabilirse, köklü toplumsal dönüşümler için yürütülen mücadele de güç kazanır. Buna karşılık, eğer tek amaç belediye başkanlığını bir şekilde kazanmak ve sonrasında da elde tutmak olursa, eğer halkın yerel yönetimde söz sahibi olması sağlanamazsa, eğer kadrolara düşen tek görev dar anlamıyla belediyecilik yapmak olursa, halka daha iyi hizmetler sunulsa bile, düzen siyasetçilerine giderek daha fazla benzemek kaçınılmaz hale gelir. Bu da, merkezî iktidarın ve sermaye sahiplerinin desteklediği düzen siyasetçilerinin yanıltıcı vaatlerle halkı kandırmasını kolaylaştırır.

Benzer şekilde, işçilerin çalışma koşullarındaki iyileştirmeler, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle elde edildiklerinde, bu mücadeleyi güçlendirir. Buna karşılık, yalnızca düzen siyasetçileriyle pazarlık etme yoluyla elde edilen kazanımlar, düzen siyasetinin güçlenmesine hizmet eder. 

Yine bana kalırsa, artık elimizde yeterince SYRIZA, Podemos vb. örnek var. Aynı sonuçlarla bir kez daha karşılaşmamak için gerekenleri yapmaksa devrimci kadrolara düşüyor...

‘DEVRİM ARAYIŞLARI ‘BULAŞICI’ OLABİLİYOR’

Kitabınız, son dönemde tekil olarak konuştuğumuz ancak birlikte değerlendirmediğimiz pek çok önemli deneyimi bizlere bütünlüklü bir şekilde sunuyor. Sizin de vurguladığınız üzere hepsinin içerisinde çıkarılacak dersler olsa da genel anlamda ekşi elmayı ısırdığımız bir tablo ile karşı karşıyayız. Böyle bir durumda insan ister istemez ‘noter onaylı’ bazı deneyimlerle karşılaşmak istiyor ki reçete çıkartmak kolay olsun. Noter onayını toplumsal mücadele dinamiklerinde bulmak imkansız tabii. Yoksa çağımızda bir strateji arayışında sadece karamsar ‘referanslardan’ mı yol bulmak gerekiyor? Heyecanlandıran gelişmeleri görmek için yüzümüzü nereye dönmeliyiz?

Bugüne kadarki devrim tartışmalarında 1917 Ekim Devrimi örneğinin ezici bir ağırlığı olmuştu. Kimileri de buna ek olarak 1949’daki Çin Devrimini ve/veya 1959’daki Küba Devrimini önemsemişti.

‘Devrim Nasıl Yapılır?’da ele aldığım deneyimlerin hiçbirinin benzer bir ağırlığa sahip olmadığı açık. Ne var ki, bir arada değerlendirildiklerinde, heyecan veren pek çok yanlarının bulunduğunu düşünüyorum.

Sosyalizmin tümüyle gündemden düştüğü iddia edilen bir dönemde, dünyanın dört bir köşesinde çok sayıda halk ayaklanmasıyla ve solun iktidara gelmesinin örnekleriyle karşılaştık. Sayısız yaratıcı yan barındıran bu deneyimlerin pek çoğunun birbirlerinden esinlenmiş olması da ayrı bir önem taşıyor. Devrim arayışlarının ‘bulaşıcı’ olabildiğini görüyoruz.

Bence, iki önemli sorunla karşı karşıyayız.

Birincisi, yakın geçmişteki deneyimlerde öne çıkan özelliklerden biri, başta Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği olmak üzere klasik örnekleri aşma çabasının yerini en hafif deyimle yok saymanın alması. Böyle yapılması, daha yaratıcı olunmasını sağlayabilse de, özellikle üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi konusundaki tarihsel birikimden yararlanılmasını bir hayli zorlaştırıyor.

İkincisi, yakın geçmişteki deneyimlerin kendi aralarındaki ilişkilere, eleştirellikten çok, seçmecilik damga vuruyor. Bir başka deyişle, belirli başarıların elde edilmesini sağlayan politikalar örnek alınırken, başarısızlıkların nedenleri yeterince sorgulanmayabiliyor.

Ama aynı deneyimler sayesinde, her iki sorunun da aşılmasını sağlayabilecek olan bir birikime artık sahip olduğumuzu düşünüyorum. Kuşkusuz, asıl görev yine devrimci kadrolara düşüyor.

 



Kapat