Alman romantik edebiyatı denince adı ilk başta akla gelen ve Almanya dışında, hele Fransa’da, daha çok tanınan, geniş, hatta biraz fazlaca hür muhayyileli [hayal gücü] hikâyeci Ernst Theodor Amadeus Hoffmann, 1776 yılında Königsberg’de doğmuş ve orada büyümüştür. Anası ve babası onu ukala bir amcanın terbiyesine bırakmışlardı. Fakat daha çok kendi haline terk edilmiş gibiydi. Çocukluğunda bir harika, erkenden kendini gösteren bir deha diye pohpohlanmış, şımartılmıştı. Mükemmel resim yapıyor, müzikle meşgul oluyordu. Aynı zamanda tahsilini de geri bırakmıyor, hukuk okuyordu. On dokuz yaşında üniversiteyi bitirerek memur oldu, Polonya’daki Posen şehrine tayin edildi. Burada serseriliğe başladı. Başıboş bir artist hayatı sürüyordu. Birtakım büyük memurların karikatürlerini yaptığı için uzak bir kasabaya tayin edildi.
1804’te Varşova’ya geldi. Muhteşem sarayların yanında dünyanın en pis mahallelerini barındıran bu acayip şehir onun hassas muhayyilesini büsbütün canlandırdı. Hâkimlik vazifesini dürüst şekilde görmekle beraber, kendisini daha çok sanata vermişti. Resim yapıyor, eser besteliyor ve hikâye yazıyordu. Napolyon istilasına uğrayan Almanya’nın mukadderatı ile alakadar olduğu yoktu. Fransızlar Varşova’ya gelip onu işinden edince, kendini müziğe vermeyi kararlaştırdı. Bamberg tiyatrosunun müzik işleri müdürü oldu. Burada “Kreisleriana” adındaki eserine başladı. Bu, Kreisler isminde acayip, yarı deli bir orkestra şefinin maceralarından bahseden, taşkın bir hayal mahsulü bir romandı. 1814’te tekrar hukuk mesleğine döndü, Berlin mahkemelerinden birine tayin edildi, ölünceye kadar da burada kaldı. Bu sırada birçok hikâyeler, romanlar yazdı, operalar besteledi. Fakat hayatı yine karışıktı, kendisi gibi serseri ruhlu şair, muharrir [yazar] ve aktör arkadaşlarıyla meyhanelerde sabahlıyor, zekâsını ve kabiliyetini çürütüyordu. Daima hareket halinde olan muhayyilesi hakikatlerden ziyade vehimlerin [kuruntuların] pençesinde idi. Bu içki âlemlerinde en güzel nüktelerini, hikâyelerini harcıyordu. Nihayet, şarap parası bulmak için yazmaya başladı. Âdeta içebilmek için yazıyor, yazabilmek için de içiyordu. Bu hayat vücudunu da kafasını da harap etti; bu geceler onu muhayyel [düşsel] bir âlemin hudutsuzluğu içinde dolaştırdı. Sabaha karşı evine döndüğü zaman odasına kapanır, akla hayale sığmaz vakalar ve şahıslar icat eder, bunların hikâyelerini yazardı. Bu esnada, uydurduğu korkunç şahısları, cadıları, hayaletleri görür gibi olur, korkar, bağırır, karısını imdadına çağırırdı. Zavallı kadın yatağından kalkar, giyinir, kocasının yanına oturarak, o yazısını bitirinceye kadar yanından ayrılmaz, çorap örer ve sabahı beklerdi.
Alman edebiyatının, belki bütün dünya edebiyatının en geniş bir hayal mahsulü olan eserleri bu sıralarda meydana geldi. “Şeytanın İksiri” romanı, “Gece Hikâyeleri” ve “Serapion Kardeşleri” adlı hikâye serileri bu zamanların mahsulüdür.
Hoffmann’ın böyle başıboş bir hayal âlemine dalan eserleri hakkında zaman yavaş yavaş hükmünü vermiş, bunlardan bir kısmı artık bugünün insanı tarafından okunmaz olmuştur. Fakat onun cadısız, perisiz, hayaletsiz birtakım hikâyeleri de vardır ki, yazılalı yüz seneyi geçtiği halde kıymetlerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdir. Bu eserler, kendini israf etmese, bu büyük muharririn neler yaratabileceğini göstermektedir.
“Fıçıcı Usta Martin ile Kalfaları”, “Das Fräulein von Scuderi”, “Ceviz Kıran’la Fare Kralı”, “Altın Çanak”, “Küçük Zaches”, “Şövalye Gluck”, “Die Fermate”, “Rat Krespel” ve burada tercümesini sunduğumuz “Duka ile Karısı” bunlar arasındadır. Gerçi bunlarda da yer yer cadı karılar, olmayacak hayaller işe karışmakta ise de, gündelik hayatın mantığı hiçbir zaman büsbütün kaybolmamaktadır.
Hoffmann, ciltler dolduran daha birçok eserler yazdıktan sonra, ağır bir belkemiği hastalığına tutulmuş, kötürüm olmuş, korkunç acılar içinde uzun zaman kıvranarak, kırk altı yaş gibi tam eser verebilecek olgun bir çağda, 22 Haziran 1822’de ölmüştür.
Tercümesini sunduğumuz hikâyenin Almanca ismi “Doge und Dogaresse”dir. 1819’da yazılmıştır. Muharririn, Berlin’de bir resim sergisinde gördüğü bir tablodan nasıl meraklı bir hikâye çıkarabildiğini göstermekte, aynı zamanda, eski Venedik ile oradaki hayat hakkında gözlerimizin önüne unutulmaz tablolar çizmektedir.
Hikâyede bahsi geçen Venedik Dukası Marino Falieri 1280 sıralarında doğmuştur. Memleket hizmetinde ilerleyerek donanma komutanlığına kadar yükselmiş, varlığı denizlere bağlı olan Venedik’in Adriyatik’teki durumu bakımından çok ehemmiyetli olan Zara şehrini geri almıştı. Epeyce yaşlı bir zamanında, 1354’te, Cenevizliler tarafından sıkıştırılan şehrin dukalığına seçilmiş, ustalıklı bir mütareke ile Venedik’i düşman eline geçmekten ve mahvolmaktan kurtarmıştır. Fakat, 1355’te, yani intihabından [seçilmesinden] bir sene sonra, birtakım taraftarlarıyla beraber, şehre asıl hâkim olan sinyorlar sınıfına karşı bir hareket hazırlayarak, intihaba dayanan dukalığı, babadan evlada kalır bir hükümdarlık haline getirmek isteyince, niyeti ve hazırlıkları meydana çıkmış, makamından indirilmiş ve Duka Sarayının büyük merdivenlerinde idam edilmiştir.