Sepetim (0) Toplam: 0,00 TL

Dünya Nereye Gidiyor? Haluk Yurtsever'le Yeni Kitabı ‘Uygarlık Dönemeci’ Ekseninde Bir Söyleşi

Yeni kitabınızda ekolojik yıkımdan Covid 19 salgınına, kadın sorunundan iklim krizine dek insanlığın uzun uygarlık yürüyüşünde karşılaştığı tüm sorunlara değiniyorsunuz. Dünyamızı bu sorunlar yumağından çıkarıp insanlığı “yeni bir uygarlığın şafağına” çıkaracak gizemli bir formülü var mı devrimcilerin?

Dünyamızı bir hamlede yeni bir uygarlığın şafağına çıkaracak gizemli bir formül de, her şeyi açıklayıp, biricik doğru yolu gösterecek tek bir büyük teori de yok. Eşitlikçi, özgürlükçü bir uygarlığa sıçrayışın maddi-düşünsel olanakları, önkoşulları bugünün karmaşık, kaotik dünyasının içinde mayalanıyor. Dünyayı bilim, tarihsel deneyim ve sonul amaçlarımız ışığında yeniden yorumlamak, bu temelde teorik-pratik eleştiriyi toplumsallaştırmak gerekiyor.

“Sınırlar” konusu sizin özel ilgi alanınız gibi. Önceki kitaplarınızda da “kapitalizmin sınırları” üzerinde çok durmuştunuz. Bu arayışınız daha da sürecek gibi görünüyor. “Sınırlar” konusu sosyalist savaşım açısından neden bu denli önem taşıyor?

Üretim biçimleri, toplumsal düzenler sonludur. Egemenler, kapitalizmin “bencil” insan doğasına en uygun, seçeneği olmayan, ezeli ve ebedi bir düzen olduğunu iddia ederler. Onlarca olgu ise bu dizgenin, kendisini yeniden üretme, kendi deyişleriyle “sürdürülebilirlik” gücünü tüketmekte olduğunu; teorik, tarihsel ve pratik sınırlarına dayandığını gösteriyor. Bunu bilince çıkarmak, dünyayı değiştirmek isteyenler açısından son derece önemli. Küresel kapitalizmin tıkanıklıklarını, açmazlarını, zayıflamış sinir uçlarını gören; stratejisini, programını, mücadele başlıklarını “zamanın ruhun”na yanıt verecek biçimde bu uçlara odaklayan bir siyaset tarzının toplumsal karşılık bulacağını düşünüyorum.

“Sermaye uygarlığının yol çatağındayız” diyorsunuz. Çıkış yolu olarak da devrimci bir silkinişe vurgu yapıyorsunuz. Verili koşullarda küresel ölçekte insanlığın böyle bir yönelimi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Küresel ölçekte “devrimci silkiniş” diyebileceğimiz, sermaye uygarlığı karşısında gerçek bir seçenek, gerçek bir hareket olarak yön ve kararlılık kazanmış bir yönelim olduğunu söyleyemeyiz. Ama her yerde, her düzey ve düzlemde itiraz, isyan ve arayışlar var. İnternet-ağ iletişimi “küresel yurttaş” diyebileceğimiz bir birey tipi yarattı. Sermaye uygarlığına, onun sonuçlarına itiraz ve eleştiri, bugün küresel yurttaşların gündelik davranışlarında somutlaşıyor; doğrudan-kendiliğinden-kitlesel eylemlerde toplumsallık kazanıyor. Bu büyük kitlesel çıkışların bileşenleri, istemleri, eylem ve örgütlenme biçimleri sanayi kapitalizmi dönemindekilerden birçok bakımdan farklı. 2011 Arap “isyanı”, ABD’deki Wall Street’i işgal eylemliliği, bizdeki 2013 Gezi-Haziran seferberliği, Fransa’daki “Sarı Yelekliler” hareketi, yine bizdeki EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) hareketi, ya da biz bu söyleşiyi yaparken Yemek Sepeti kuryelerinin başlattığı fiili grev hareketi vb., geleneksel olanların yanı sıra “yeni” sınıf mücadelesi biçimlerinin ipuçlarını veriyor. Kanımca, günümüz kapitalizminin yarattığı yeni çelişkileri, açmazları, bunların yol açtığı yeni mücadele odaklarını devrimci olanaklar olarak değerlendirmek, “kendiliğinden” hareket ve arayışlarla devrimci öznelliği buluşturmanın, kaynaştırmanın yeni yol ve yöntemlerini bulmak gerekiyor.

“Yeni bir uygarlığa geçişin sözcüsü ve evrensel temsilcisi olma misyonu toplumsal proletaryaya geçmiştir” sözüyle ne anlatmak istiyorsunuz. Dünyada ve Türkiye’de gerçekten böyle bir gizilgüç olduğunu düşünüyor musunuz?

Evet, toplumsal proletarya dediğimiz çok katmanlı, çoktürlü (heterojen) sınıfsallığın böyle bir “gizilgüç”, eş deyişle “potansiyel” taşıdığını düşünüyorum. Egemen-yöneten sınıf olarak kapitalist sınıf, feodalizmin bağrından çıkan burjuvaziden farklı olarak, toplumun ortak çıkarlarını temsil etme misyonunu; toplumsal, kamusal sorumluluklarını önemli ölçüde üstünden atmıştır. Her türlü mal ve hizmetin; deniz, orman, akarsu gibi doğal varlıkların; ortak kent alanlarının; bilgi ve enformasyonun; maddi olmayan değerlerin metalaştırılması, büyük çoğunluğun geçinemez, güvencesiz ve umarsız bırakılması bunu anlatıyor. Toplumsal proletarya ise karşıtını yok etmek için kendini yok etmek zorunda olan, kurtuluşu kapitalizme son vermeye bağlı evrensel sınıf olduğu; geniş bedeninde yıkıcı ve kurucu öğeleri bir arada bulundurduğu; dünya yurttaşlarının çok büyük çoğunluğunu oluşturduğu; zamanımızın küresel ortaklaşma gereksinimlerine yanıt vermeye yetenekli bir toplumsallık olduğu için önemli bir gizilgüç barındırıyor. Toplumsal proletarya kavramlaştırmasındaki “toplumsal” sözcüğü, işçi sınıfının kendi sınıf çıkarlarının ötesini arayan, tüm sınıf ve katmanlar için kurtuluşçu niteliğini vurgulayan bir sözcüktür. Gizilgücün devrimci enerjiye dönüşmesinin tek olanaklı yolu ise toplumsal proletaryanın siyasal özneleşmesidir.

Toplumsal örgütlerle ilişkilerde 20. yüzyılın parti deneyimlerini model almak yerine daha esnek siyaset ve parti tarzı üzerinde düşünmek gerektiğini söylüyorsunuz. Eski siyaset tarzında gördüğünüz yanlışlar nelerdi?

Bu sorunun hak ettiği yanıtı vermeye buradaki yerimiz yetmez. Uygarlık Dönemeci’nin devamı olarak yazmakta olduğum kitapta bu başlıkları daha geniş, birikmiş tarihsel deneyimin derslerini de içeren bir bakışla çözümlemeye çalışıyorum. Burada konunun kökeni, felsefi sonuçları, siyasal yönüyle ilgili birkaç söz söylemek isterim. Marksistler olarak gerçekliği ve felsefi kategorileri durağan ikililikler (dikotomi, ikileşim), birbirini dışlayan köşeli karşıtlıklar biçiminde kavramaya ve kullanmaya eğilimliyiz. “Zıtların birliği”, “niceliğin niteliğe dönüşümü”, “yadsımanın yadsınması”, “içererek aşma/ aşarak içerme” ve benzeri diyalektik kategoriler orada bir kenarda, kitap sayfalarında dururken, komünist hareketin ilkesellikle yararcılık, teoricilikle dar pratikçilik, dogmatiklikle inkârcılık, mekanik belirlenimcilikle (determinizm) her türlü neden-sonuç ilişkisini yadsıyan belirlenemezcilik (endeterminizm) uçları arasında salınıp savrulması, kanımca en çok devrimci siyaset felsefesi açısından yanlış, en azından sorunlu yaklaşımın sonucudur.

Eski sosyalist devletlere ilişkin de önemli saptamalarınız var. Buralarda “sosyalizm denemelerinin geri çevrilmesi” konusunda Sovyetler Birliği’nin “ilerlemecilikideolojisi”ni eleştiriyor; Çin Halk Cumhuriyeti’nin ise “sermaye tarafından özümlenerek” başarısızlığa uğradığını söylüyorsunuz. Bunları biraz açar mısınız?

Sosyalizm tarihine ve özel olarak da yirminci yüzyıla damgasını vuran iki büyük sosyalizm denemesi Rusya’da ve Çin’de yaşandı. Sovyetler Birliği, “dış” emperyalist bir müdahaleyle, sonradan sökün eden “renkli” karşı devrimler tipinde bir iç çatışmayla değil, devlet ve parti üst yönetiminden başlayarak, yukarıdan aşağıya çözülüp dağıldı. Çin Halk Cumhuriyeti’nde ise Çin Komünist Partisi’nin erk tekelini elinde tuttuğu “denetimli” bir kapitalist restorasyon süreci yaşandı. Bu sürecin bugünkü evresinde Çin, dünyanın en büyük ekonomisi, küresel kapitalizmin hegemonya alternatifi durumuna yükseldi.

Bu iki “dramatik” sonuç, “neden böyle oldu?” sorusunu günümüz sosyalist siyasetinin kritik sorunları arasına taşımıştır. Bu soruya doyurucu yanıtlar vermek, bugün yalnızca Marksistlerin, komünistlerin kendi aralarında bu tarihsel deneyimlerin teorik çözümlemesini yapmaları, siyasal derslerini çıkarmaları için değil, kapitalist sömürü ve boyunduruktan kurtuluş mücadelelerinin güncel siyasal gereksinmelerine yanıt vermek için de gereklidir. Bu önemli konuya ilişkin görüşlerimi ilk kez 2006’da yayımlanan Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet çalışmamda, birikimim çerçevesinde dile getirmeye çalışmış, Sovyet deneyimin en önemli sorununun tarihsel, toplumsal, ekonomik nedenlerle zorunlu ve haklı sayılabilecek pratiklerin teorik ilke katına çıkarılması olduğuna işaret etmiştim. SBKP’nin 1980’lerde demir-çelik üretiminde ABD’yi geçtiğinde komünizm aşamasına varacağını parti programı haline getirmesi, bu saptamanın doğruluğu gösteren çarpıcı örneklerden biridir.  Sosyalizmin ve dünya devriminin geleceğini Sovyetler Birliği’nin güçlenmesine endeksleyen, devlet erkini toplumsallaştırmak yerine parti üst yönetiminin elinde merkezileştiren, dünya devrimi perspektifinden uzaklaşan, 1960’lı yıllardaki Sovyet-Çin çatışmasında olduğu gibi enternasyonal dayanışma ilkesi yerine hegemonyacı yöntemleri geçiren siyaset tarzının çözülüş-restorasyon süreçlerinin öznel/siyasal nedenlerini oluşturduğunu düşünüyorum.

Marksist kökenli solun Türkiye’de yarım yüzyıldır kendini toparlayıp yenileyerek siyasal süreçlere etkin biçimde müdahale edebilen toplumsal bir güç durumuna gelememesinin nedenleri sizce nedir?

Osmanlı-Türkiye toplumlarında kapitalizmin gelişme özgüllüklerinden burjuva devrimi- ulusal kurtuluş dönüşümünün özel koşullarına, Türkiye ile Rusya’nın tarihte “düşman”, coğrafyada komşu olmalarından 1917 -1923 döneminde yakın düşmelerine, Türkiye’nin NATO üyeliğinden Türkiye kapitalist ve dinci gericiliğinin geleneksel “Moskof düşmanlığı”nı antikomünizmle antisovyetizmin sentezi olarak yeniden canlandırmasına kadar birçok tarihsel, ideolojik, siyasal, sosyolojik neden sayılabilir. Üç nedenin ötekilerden daha önemli olduğunu düşünebiliriz. Bir: Burjuvazi, komünistlerin kurtuluş savaşına kendi bayraklarıyla katılmasını önleyerek komünist hareketin Türkiye toprağına tutunan, kök salan bir hareket olmasını engellemiştir. İki: 1950’lere kadar Türkiye Marksist solunun ortak kökü, kaynağı TKP’dir. TKP; sınıfsal tabanının zayıflığı, partiye egemen Komintern çizgisinin müdahaleleri ve kadrolarının ideolojik-siyasal birikim/donanım eksiklikleri nedeniylebağımsız-devrimci, aynı zamanda Türkiye toplumunun tarihsel biçimlenmesinin, dinsel, etnik sosyolojisinin özgüllüklerini, bunların devrimci amaçlar açısından yol açtıkları kısıtları,  sundukları olanakları değerlendiren bir kavrayışla strateji, program, siyaset üretememiştir. Üç: Türkiye’de sosyalizmin bir işçi sınıfı hareketi olmaya; Türkiye’yi toplumcu, özgürlükçü doğrultuda değiştirmeye en çok yakınlaştığı 1960-1980 dönemi -görkemli açılışına, yarattığı düzen karşıtı toplumsallığa rağmen- burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz, günahını da şu ya da bu harekete/siyasete yükleyemeyeceğimiz birçok nedenle arkasını getirememiş; 12 Eylül’den önce inişe geçmiş, faşist darbeye karşı düzenli çekiliş de direniş ve karşı taarruz da örgütleyememiş, dolayısıyla güven ve saygınlık yitimine uğramıştır.

Kitabınızın girişinde, Uygarlık Dönemeci’nin devamı olarak Uygarlık Dönemecinde Komünist Ufuk üzerinde çalışmaya başladığınızı söylemişsiniz. Bu kitabın kapsamı ve ana çerçevesi ne olacak?

Uygarlık Dönemeci’nde sermaye birikimindeki tıkanıklık, bilişim çağının yeni dinamikleri ve üç büyük yarılma (metabolik, toplumsal cinsiyetçi ve sınıfsal) ekseninde kapitalizmin sınırlarını ve sınırdaki ekonomik/siyasal bunalımını ortaya koymaya çalıştım. Yeni kitapta, Marksist devrim teorisini, burjuva ve Ekim Devrimi pratiklerini bugünden bir bakış ve güncel gereksinmeler ışığında çözümlemeyi, günümüz kapitalizmi içindeki komünist olanak ve filizleri öne çıkarmayı, özne sorununu yeni bir bakışla ele almayı, komünist siyasetin program ve mücadele başlıklarına ilişkin tez ve öneriler sunmayı amaçlıyorum.

Sosyalist kuramın günümüz koşullarında nasıl uygulanması gerektiği üzerine düşünen, okuyan, araştıran, tartışan ve bunlardan sonuçlar çıkarıp tezler ileri süren bir eylemci ve yazarsınız. Yıllardır yazdıklarınızın siyasal savaşımda ve sol partilerin pratiğinde karşılık bulduğunu düşünüyor musunuz?

Yazdıklarımın, herhangi bir sol partinin program ve pratiklerinde birebir karşılık bulduğunu düşünmüyorum. Öte yandan, birden çok siyasal parti ve hareketten dostlarla, örgütlü örgütsüz komünist bireylerle çeşitli biçimlerde diyalog, iletişim etkileşim kanallarımız açık. Yazdıklarımla ilgili özendirici dönüşler, sorular alıyorum. Türkiye solunda yazıya, söze ilginin, tartışma-polemik yapma istek ve enerjisinin hayli düşük olduğu bir dönemden geçiyoruz. Buna ek olarak, içinde bulunduğumuz birçok bakımdan kapalı ve kısıtlı ortamda sözün etkisini ölçmek kolay değil. Bunlara rağmen diyalog ve dönüşlerden, emeklerin karşılıksız kalmadığını biliyorum. Yazıya dökülmüş düşüncenin, kendisini yayan, etkisini zaman içinde gösteren bir gücü var.

Son olarak şunu sormak istiyorum: İnsanlığın evrensel uygarlık yürüyüşünün neresindeyiz? Dünya nereye gidiyor?

Kitabın adından da anlaşıldığı gibi bir dönemeçte, kavşakta olduğumuzu düşünüyorum. İnsanlık buradan ya ekoloji-canlı dostu, cinsiyet eşitlikçi, özgürlükçü, komünal, dayanışmacı bir uygarlığa sıçrayacak ya da bildiğimiz insan tanımının, yaşam parametrelerinin değiştiği, büyük çoğunluğun yoksul, yoksun, depresif, umutsuz ve umarsız kalacağı bir dünyaya geçeceğiz. Distopyalar ve ütopyalar, insanlığın önündeki çatalı resmediyor.

Ütopya, var olanın eleştirisi ile yetinmeyip onun yerine daha iyi bir dünya kurulabileceği düşüncesinden hareket eder. Farklı bir dünya düşüncesi, şimdiki dünyada var olan ama henüz gerçeğe dönüşmemiş olanaklardan, insani potansiyellerden türetilir. Ütopya, iyi gelecek için düşgücünü ve umudu besler. Distopya da daha kötü bir geleceği düşündürttüğü için uyarıcı bir işlev görebilir. Dünyamızın bugün geldiği noktada, şimdilik çoğu insana olanaksızlık anlamında “ütopik” görünen kurtuluşçu amaçları, uğruna bugünden savaşım yürütmenin olanaklı ve zorunlu olduğu mücadele başlıkları; zihinde canlandırılabilir, başarılabilir, gerçekleştirilebilir program hedefleri olarak cisimleştirmenin önemli olduğunu düşünüyorum.



Kapat