“Bizi geleceğe başka bir rüya taşıyacak”
Duygu ERGÜN
Ekmek davası, insanlığın uzun yıllar uğruna mücadele ettiği davalardan biri olmuştur. Bunun yanında ekmek, iktidarların oyuncağı hâline de gelebilmiştir. Yoksul halk kitleleri Fransa’da 1774-75 yılları arasında artan ekmek fiyatlarına karşı seslerini yükseltmeye başladıklarında, kraliyet onlarla alay etmişti. Ekmeğin hakkaniyetli bir fiyattan satılması talebiyle sokaklara dökülen kitlelere karşılık Kraliçe Antoinette’nin şu cevabı verdiği iddia edilir: “Ekmek yoksa pasta yesinler.” Fakat açlık korkuyu yendi ve devrim baş gösterdi. Bu da çağlar boyunca geçerli bir ders olarak süregeldi.
2010 yılı sonlarında, Arap toprakları için de geçerli bir ders oldu bu. Artan gıda fiyatlarıyla halk sokaklara döküldü. Öyle ki Mısır’da protestocular “Onların yedikleri güvercin ve piliç, biz ise her zaman fasulye yeriz” diyerek seslerini yükseltmeye koyuldu. Açlık ve eşitsizlikle başlayan protestolar, ardında mezhepsel çatışmaların da olduğu silahlı mücadelelerle devam etti; hâlâ da ediyor. Tunus’ta başlayarak Mısır, Libya, Suriye gibi Arap ülkelerini etkileyen bu süreç, Arap Baharı olarak adlandırıldı. Peki, Arap isyanları “Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Suriye’ye, Bahreyn’den Yemen’e ne getirdi?” Konuya meraklı gazeteciler, yazarlar ya da akademisyenlerce bu sorunun cevaplarını arayan pek çok değerlendirme yapıldı. Ortadoğu sorununa ilişkin yorumlarıyla bilinen, Türkiyeli okurların BirGün gazetesinin Pazar Eki’nde yayınlanan yazılarıyla da tanıdığı Vijay Prashad da konunun yetkin isimlerinden birisi. Akademisyen olmasının yanında araştırmacı bir gazeteci olan Prashad, Arap Baharı’na ve sürecin anlamlandırılmasına dair 2012 yılında bir çalışma kaleme aldı: Arap Baharı, Libya Kışı. Prashad’ın Marksist bir analizle kaleme aldığı çalışma, Yordam Kitap tarafından yayımlandı. Kitap, Arap Baharı’nın ne olduğunu anlatırken, sürecin bölge dengelerini nasıl etkilediğini ve Tunus’ta bir yoksulun bedeninden sıçrayan kıvılcımla başlayan coşkulu halk ayaklanmalarının Libya’da nasıl trajik bir kışa dönüştüğünü de inceliyor. Yazar, hem Libya’nın hazin öyküsünü hem de petrolle birlikte “Devrim”i çalanların kendi çıkarları uğruna Arap Baharı’na nasıl sinsice sızdıklarını anlatmaya çalışıyor. Prashad, Arap topraklarında 2011’in ilk aylarında başlayan olayları yeni bir tarihin başlangıcı değil, yüz yıllık bitmemiş bir mücadelenin devamı olarak görüyor.
Aradan geçen beş yıl…
Arap Baharı, Libya Kışı kitabının yayımlanmasından bugüne geçen beş yılın sonunda Yordam Kitap, şimdi Prashad’ın bir çalışmasını daha yayımladı: Ulusun Ölümü ve Arap Devriminin Geleceği. Kitap, akademik bir incelemeden ziyade, bir araştırmacının kaleme aldığı bir rehber niteliğinde. Prashad bu kez, rejim değişikliği felsefesini, Irak’ın talan edilmesinden Libya’nın harap edilmesine, sahada kendini gösterdiği şekliyle takip ediyor.
Ulusun Ölümü ve Arap Devriminin Geleceği özetle, “rejim değişikliği” yalnızca silahlı eylemlerle yapılmaz, aynı zamanda IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı ekonomik kemer sıkma politikalarıyla ve mezhepçiliği kışkırtan sosyo-politik gündemler vasıtasıyla da hayata geçirilebilir tezini tartışıyor. Prashad bu kitabından aynı zamanda, Arap milliyetçiliği fikrinin Irak’tan Libya’ya, Yemen’den Filistin’e kadar uzanan mezhep savaşları ve kaosun ateşleri içinde siyasi olarak yavaşça öldüğünü de ortaya koymaya çalışıyor.
2011 yılında büyük Arap liderlerinin ardı ardına devrilmesi, halkta büyük bir sabırsızlık yarattı. Fakat 1910’da başlayan ve yirmi yıl süren Meksika Devrimi’nde ya da 1917’de başlayan ama buna rağmen ancak 1928 yılında rayına oturan Sovyet Devrimi’nde olduğu gibi, devrimler kısa vadede gerçekleşmez. Prashad, bu örnekler üzerinden Arap devrimlerini zamansal açıdan şöyle yorumluyor: “Otokratik yönetimin alaşağı edilmesi kısa vadede vuku bulur; yeni rejimin konsolide olması orta vadede gerçekleşir, yeni bir düzen kurmak için gerekli olan ekonomik ve kültürel değişiklikler ise uzun vadede. Arap Baharı, aslına bakılırsa, kısa vadeli ilk evreydi…”
Arap Baharı’nın ölüm ilanları ortaya çıkmaya başladı
Arap Baharı’nın karmaşa içinde bugün geldiği yeri inceleyen kitapta yaşanan süreç, siyasi hak talepleriyle iç içe değerlendiriliyor. Bununla birlikte ekonomik yoksunluk ve siyasi baskıya karşı, devrimci bir süreç olarak da ele alınıyor. Marksist yazar Prashad aradan geçen beş yılın, ardında çaresizce savrulmuş devrimler bıraktığını, Arap Baharı’nın ölüm ilanlarının ortaya çıkmaya başladığını söylüyor. Tıpkı Türkiyeli gazeteci-yazar Fehim Taştekin’in de dediği gibi: “Arap Baharı, bir sel gibi geldi ama su yatağını bulamadı.” Prashad da başka bir ifadeyle, büyük bir umut olarak başlayan sürecin şimdi büyük bir hayal kırıklığına dönüştüğünü söylüyor. Buna, Arap Baharı’nın, ne Tahrir Meydanı’nın ara sokaklarında ne de Şam’ın pazar yerinde yenildiğini; Washington’da, Paris’te, Tahran ve Moskova’da olduğu kadar Riyad’ın, Doha’nın ve Ankara’nın saraylarında da bozguna uğratıldığını da ekliyor. Çünkü halkların tutkularını yok eden dolarlar, petrol ve silahlar oralardan geliyor.
Hiçbir halk kaybedeceğini düşünerek ayaklanmaz. Fakat “şu anki durumdan baktığımızda eğer sonuç eski durumdan kötü olacak idiyse ayaklanmanın anlamı neydi?” Prashad, bu soru ışığında Arap devrimlerinin geçmişini ve geleceğini mercek altına alıyor. İşçilerden, gençlere ve üniversite öğrencilerine, toplumun apolitik kesimine kadar İslam Devletlerinin anatomik yapısını inceliyor. İslam’ın içindeki çelişkilere dikkat çekerken, örneğin; İran, Suudi Arabistan ve Suriye arasındaki ilişkide olduğu gibi aralarındaki dayanak noktalarının bölgesel hırslar olduğunu; dinin işin özü değil görünen yüzü olduğunu belirtiyor. Bölge halklarının devrimlere, en çok da bugün, büyük bir ihtiyaç duyduğuna vurgu yapıyor; ancak din kisvesi altında gizlenmiş olanları ayırarak. Din kisvesiyle nitelediği IŞİD ve El Kaide gibi grupların maddi temelleri değiştirilmedikçe, bunların yok edilmelerinin mümkün olmayacağını da söylüyor.
Prashad, Türkiye’nin bu sürece desteğini, Yeni-Osmanlıcılığın hayat bulması ihtimaliyle coşan Türk hükümetinin heyecanı olarak yorumluyor. Tahir Elçi cinayetinden Sultanahmet patlamasına, Suruç’a ve barış sürecinin bozulmasına kadar olan tüm güncelliği de Türkiye’nin sonbaharı olarak adlandırıyor. Çünkü Türkiye’yi demokratik hakların çok daha gerilediği, muhalefeti öfkeyle geriletilmiş, binlerce cana mal olmuş ve kim bilir daha kaç bin cana mal olabilecek isyanın yaşandığı bir ülke olarak betimliyor.
Peki, bu insanlar neyin faturasını ödüyor?
Anlatılan ve anlatılacak olanlarla Arap toprakları yaklaşık son on yıldır nefretle büyüyen bir savaşa ev sahipliği yapıyor. Bugün, bölgedeki tüm gözler Suriye’nin üzerinde. Suriye ise, Batı Asya’nın kalbinde açık bir yara. Buradaki savaş, aynı zamanda mezhepçiliğin yükselmesine kapı açtı. Bunun yanında sığınmacılarla birlikte ırkçı söylemlerin artmasına da neden oldu. Savaştan kaçan Suriyeliler, Türkiye gibi komşu ülkelerde yaşam alanları kurmaya çalışıyor. Üzerlerine yağdırılan bombalar sonucunda göç etmek zorunda kalan mülteciler, bu bombaları bölgeye bizzat gönderen birçok ülkeden geri çevriliyor. Türkiye, Suriye'de iç savaşın başladığı 2011 yılından bu yana sığınmacılara yönelik olarak “açık kapı politikası” uyguladı. Şu anda resmî rakamlara göre Türkiye'de 3,5 milyonun üzerinde Suriyeli yaşıyor. Türkiye, bugün dünyada en büyük mülteci nüfusu barındıran ülke. Fakat bu insanlar, Türkiye’nin kenar mahallelerinde bir evi on beş kişi paylaşarak; merdiven altı tezgâhlarda ucuz emek gücü olarak çalışarak ya da her köşe başında perperişan dilenerek yaşıyor. Bu durum “Komşu, komşunun külüne muhtaçtır” atasözünün iyicil anlamını yitirmesine sebep oluyor. Nitekim yakılan evler, komşuda yakılan/yıkılan çadırlara dönüşüyor; topla vurulan çocuk bedenleri komşuda kıyıya vuruyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi komşusu açken tok yatmayan ya da ağlarken gülmeyenlerce ötekileştirilen bir dilin aracı oluyor. Halkta sığınmacılara gösterilen genel bir söylemsel tepki hâkim; hatırlayacaksınız: Biz sizin elektrik faturanızı ödüyoruz, buna mecbur değiliz! Şimdi bunu diyenlere bir soralım: Peki, bu insanlar neyin faturasını ödüyor?
“Başka bir dünya hayal etmeliyiz”
Yazımızı, Prashad’ın yeni kitabında Türkçe Basıma Önsöz bölümünün sonunda sarf ettiği şu cümlelerle sonlandıralım: “Biz başka bir geleceğe, ilerici ve zengin bir geleceğe, ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldıracak, farklılıkları içeren ve kucaklayıcı bir kültürel bakış açısına sahip bir geleceğe inanıyoruz. Neoliberalizm ve dinsellik gibi dünyadaki mevcut siyasi projelerle bugünün sorunlarının çözülmesi mümkün değil. Başka bir dünya hayal etmeliyiz. Bizi geleceğe başka bir rüya taşıyacak.”