Dünya edebiyatına getirdiği yeniliklerle tarihin en büyük öykü yazarlarından biri olarak kabul edilen Anton Pavloviç Çehov, 17 Ocak 1860’ta, Taganrog kentinde doğdu. Dedesi, ailesinin özgürlüğünü satın almayı başaran bir toprak kölesi, babası da uzun yıllar tüccar çıraklığı yaptıktan sonra kendi dükkânını açmış bir esnaftı. Çehovlar 1876’ya dek Taganrog’da yaşadılar. Rusya’nın güneyinde, Azak Denizi kıyısındaki kentin nüfusu o yıllarda 65 bin kadardı ve bütün kıyı kentleri gibi geçimini ticaretten sağlıyordu.
Daha küçük yaşlarda, bakkal dükkânında babasına yardım etmeye başlayan Anton Çehov’un dört erkek kardeşiyle birlikte bir kız kardeşi vardı. Mutlu bir çocukluk geçirdikleri söylenemez. Düzenli bir eğitim görmeyen dindar babaları, sanatsal yeteneğine rağmen sert mizaçlı, otoriter bir adamdı. Keman çalıyor, yağlı boya resim yapıyor, kilise korosunu yönetiyor fakat çocuklarını sabah akşam ilahiler okumaya, kiliseye gitmeye zorluyor ve onları sık sık dövüyordu. Anneleri ise, tam tersine, iyi yürekli ve duygulu bir kadındı. Çehov, “Bizim için annemizden daha değerli hiçbir şey yoktu”, “Yeteneğimizi babamızdan, ruhumuzu ise annemizden aldık” demektedir.
Babasının iflası Çehov’un hayatında yeni bir sayfa açtı. Aile alacaklılardan kaçmak için Moskova’da yüksek öğrenim gören büyük oğullarının yanına taşınınca Taganrog’da tek başına kaldı. Bir yandan lise eğitimine devam ederken bir yandan da özel ders vererek geçimini sağlıyordu. Baba baskısından kurtulduğu için olacak, okuldaki notları da yükselmişti. Bu arada okul dergisinde ilk yazıları yayınlandı.
1879’da liseden mezun olan Çehov, Moskova’ya gelerek tıp fakültesine kaydoldu. Hem okumak hem de maddi sıkıntıları devam eden ailesine yardım etmek zorunda olduğundan çeşitli mizah dergilerine ve gazetelere kısa metinler; öykülerin yanı sıra fıkralar, anekdotlar, tiyatro eleştirisi, ilginç olaylar, komik ilanlar vb. yazmaya başladı. Bu dönemde yazdığı öykülerden bazılarını, üniversiteyi bitirdiği yıl (1884) basılan ilk öykü kitabında derledi.
Çehov okulu bitirdikten sonra birkaç yıl yazarlığı ve hekimliği bir arada yürüttü. Hekimlik ona gözlem alanını genişletme fırsatı veriyor ve işini severek yapıyordu. 1886’da ikinci öykü kitabı Renkli Öyküler basıldı. Eleştirmenler, neşe ve mizahla birlikte hüzünlü bir şiirsellik içeren kendine özgü tarzını sevdiler. 1887’de yayınlanan üçüncü öykü kitabı Alacakaranlıkta, Rus Bilimler Akademisi’nin verdiği Puşkin ödülünü kazandı. Bundan sonra en iyi Rus yazarlarından biri olarak görülmeye başlandı, nitelikli dergilerde yayın yapma ve doktorluğu bırakarak yalnız edebiyata yönelme imkânına kavuştu.
1888 yılında Çehov’un sanatsal çizgisini olgunlaştırdığı uzun öykülerinden ilki, “Step (Bir Yolculuk Hikâyesi)” yayınlandı. Son derece sade olay örgüsüyle tatlı bir rüya gibi akıp giden bu güzel öykü, Çernişevski, Tolstoy, Gorki gibi Rus edebiyatının dev yazarları tarafından hayranlıkla okundu. Bugün de türün başyapıtlarından biri olarak kabul edilmektedir.
Sonraki yıllarda Çehov’un dikkati gittikçe Rus hayatının toplumsal sorunları üzerinde yoğunlaştı. 1890 yılında, pranga cezası çeken mahkûmların sürgün edildiği Sahalin adasına uzun bir yolculuk yaptı. Üç ay kaldığı Sahalin’de oradaki hayatı ve koşulları gözlemlediği çok değerli bir alan çalışması gerçekleştirerek izlenimlerini yayınladı.
1892’de, bankadan ve çalıştığı yayınevinden aldığı borçla Melihovo’da (Moskova yakınlarında) bahçeli bir ev satın alarak ailesiyle birlikte oraya taşındı. Bu sakin ortam Çehov’un sanat yaşamında çok verimli bir rol oynadı. Yordam Edebiyat’ın “Bir Solukta Klasikler” dizisinde yer verdiğimiz “Altıncı Koğuş” (1892), “Üç Yıl” (1895), “Hayatım” (1896) gibi en güzel uzun öykülerini burada yazdı. Özellikle “Altıncı Koğuş”, ilk yayınlandığında muazzam bir etki ve tartışma yarattı. Olayların geçtiği taşra hastanesinde akıl hastalarının kapatıldığı koğuş, Çarlık Rusyasının bir alegorisi olarak değerlendirildi. Lenin’in öyküyü okuduktan sonra, “kendimi o koğuşa kapatılmış gibi hissettim”, “Altıncı Koğuş beni bir devrimci yaptı” dediği aktarılmaktadır.
Öykü karakterleri ve işlenen tema bakımından özel bir iç birliği taşıyan “Kılıflı Adam”, “Bektaşiüzümü”, “Aşk Üzerine” üçlemesi (1898), Çehov’un yine Melihovo döneminde kaleme aldığı kayda değer eserlerindendir.
Mart 1897’de Çehov, semptomları daha üniversite sıralarında iken ortaya çıkan tüberküloz hastalığı nedeniyle akciğer kanaması geçirerek hastaneye kaldırıldı. Hastalığı yumuşak iklim koşullarında yaşamasını gerektirdiğinden 1898 yılında Kırım’ın Yalta kentine yerleşti. O sıralarda aynı kentte bulunan Tolstoy ve Gorki ile dostluğunu pekiştirdi.
Çehov Yalta’da vaktini daha çok tiyatro oyunları yazarak geçirdi ve en başarılı dört klasik oyununu yaşamının son yıllarında üretti. İlk olarak 1896’da sergilenen Martı, Petersburg’da başarısızlıkla sonuçlansa da, iki yıl sonra Moskova Sanat Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu temsil büyük kabul görmüştü. Martı’nın gördüğü ilgi ona Vanya Dayı (1899), Üç Kızkardeş (1901), Vişne Bahçesi (1903) oyunlarını yazma cesaretini verdi. Çehov genellikle –İbsen ve Strindberg ile birlikte– tiyatroda erken modernizmin doğuşundaki üç ufuk açıcı figürden biri olarak anılmaktadır.
Çehov Yalta yıllarında, gerek oyunlarının sahneye konuluşu, gerek Moskova Sanat Tiyatrosu oyuncularından Olga Knipper ile kurduğu duygusal bağ nedeniyle, sık sık Moskova’ya yolculuk yaptı. 1900 yılı baharında Moskova’ya gidemeyecek kadar hasta olunca, tiyatro sanatçıları, yazara kendi oyunlarını sergilemek için Yalta’ya kadar geldiler. Bu olay, Çehov ile Olga Knipper arasındaki ilişkiyi daha da güçlendirdi ve 1901 yılı Mart’ında evlendiler. Bir süre ayrı şehirlerde yaşamaya devam etseler de, Çehov’un sağlık durumunun kötüleşmesi üzerine birlikte Almanya’nın İsviçre sınırındaki Badenweiler kasabasına gittiler. Yazarın ilk günlerde biraz düzelmiş gibi görünen sağlığı bir ay içinde kötüleşti. 2 Temmuz 1904 günü, henüz 44 yaşındayken hayata veda etti. Ufak bir kalabalık tarafından Moskova’da karşılanan cenazesi Novo-Diviçiy mezarlığına götürüldü. Yalta’da yaşadığı ev, kız kardeşinin bakımı altında müze haline getirilerek korunmuştur.
Dostlarının anlatımıyla Çehov, kendinden ve yaptıklarından söz etmeyi asla sevmeyen, son derece alçakgönüllü ve mizah duygusu olan bir insandı. Rusya’nın sanat-edebiyat dünyasında yer alan şahısları sıralarken birinciliği Tolstoy’a vermiş, kendisinin ancak doksan sekizinci sırada yer alabileceğini söylemişti. Oysa geliştirdiği kendine özgü anlatım tarzı ile öykü sanatına yepyeni bir yol açtı ve ölümünden sonra ünü, dünyadaki hiçbir öykü yazarının ulaşamadığı geniş kitlelere yayıldı. Edebiyatta, tiyatroda, hatta sinemada “Çehovyen” etkiler taşıyan çağdaş yapıtların varlığından hâlâ söz etmek mümkün.
Gündelik ayrıntılardan yola çıkarak yaşamı yakalayan Çehov’un kalem ustalığını en iyi çözümleyenlerden biri de Tolstoy olmuştur. Onun hakkında yaptığı şu değerlendirme fazla söze gerek bırakmıyor: “Çehov’un kendine özgü bir biçimi var, empresyonistler [izlenimci ressamlar] gibi... sanki önünüzde birisi, hiç seçme yapmıyormuş gibi o anda elinin değdiği boyalarla bir resim yapıyor ve bu fırça dokunuşlarının hiçbiri de ötekiyle ilintili değil. Ama, biraz geriye çekilip uzaktan baktığınızda görüyorsunuz ki, topluca bir bütünlüklü izlenim ortaya çıkmış; önünüzde apaçık ve büyüleyici bir tablo duruyor.”