Sepetim (0) Toplam: 0,00 TL

"Ana" romanından 1 Mayıs sahneleri

Günler birbiri arkasından öyle çabuk geçiyordu ki, Ana, 1 Mayıs’ı düşünecek vakit bulamıyordu. Yalnız geceleri, günün gürültüsü, hayhuyu ve coşkusunun ardından yorgun düşerek yatağa girdikten sonra, yüreği burkulur, şöyle düşünürdü:

“Bir an önce gelse artık şu 1 Mayıs...”

Şafak sökerken fabrikanın düdüğü ulumaya başlardı, Pavel’le Andrey çaylarını çabucak içer, bir lokma yer, Ana’ya bir sürü iş bırakıp giderlerdi. Ve Pelageya bütün gün, kafese kapatılmış bir sincap gibi döner durur, yemek pişirir, bildiri ve broşürlerin baskısı için bir çeşit mor pelte ve afişleri yapıştırmak için zamk hazırlardı. Yabancılar uğrardı eve, Pavel’e verilmek üzere pusulalar sıkıştırırlardı eline, sonra coşkularını ona da bulaştırarak ortadan kayboluverirlerdi.

İşçileri 1 Mayıs’ı kutlamaya çağıran küçük afişler her gece tahta perdelere yapıştırılıyordu. Hatta jandarma karakolunun kapısında bile görülüyordu bu afişler. Her gün bildiriler bulunuyordu fabrikada. Sabahleyin polisler mahalleyi tarıyor, afişleri yırtıyor, söve saya kazıyorlardı. Ne var ki, yemek vakti, basılı bildiriler sokakta yeniden uçuşuyor, yayaların ayakları dibine dökülüyordu. …

Ve onca beklenen gün... 1 Mayıs, geldi çattı nihayet.

Düdük, o her zamanki buyurucu düdük yine böğürdü. Bütün gece göz kırpmayan Ana yatağından fırlayıp, bir gün öncesinden hazırlamış olduğu semaveri yaktı. Her sabah olduğu gibi oğlunun ve Andrey’in kapısını tıkırdatacaktı ki, vazgeçti, kolunu indirdi, pencerenin önüne oturdu, sanki dişi ağrıyormuş gibi yanağını eline dayadı.

Soluk mavi gökte, tıpkı düdüğün boğuk sesinden ürkerek kaçan bir kuş sürüsü gibi, beyaz, pembe ve hafif bulutlar uçuşuyordu hızla. Ana bulutlara bakıyor, yüreğinin çarpıntısına kulak kabartıyordu. Başı ağır, uykusuzluktan kızaran gözleri kuruydu. Göğsünün içinde garip bir huzur vardı. Yürek atışları düzenliydi.

“Arkadaşlar!”

Pavel’in sesiydi bu. Ana’nın kurumuş gözleri yandı. Birden tüm enerjisini buldu ve oğlunun yanı başında durdu. Herkes Pavel’e döndü, onun çevresini aldı. Ana oğluna bakıyor, yalnızca onun ateşli, gurur dolu gözlerini görüyordu.

“Arkadaşlar, bugün bayrak kaldırıyoruz, akıl ve mantığın, gerçeğin ve özgürlüğün bayrağını!”

Uzun bir bayrak sırığı belirdi havada, eğildi, kalabalığın arasında kayboldu, bir an sonra yeniden bir kuş gibi, havada dalgalandı.

Pavel kolunu kaldırdı, sırık düşecek gibi oldu. On el birden uzandı beyaz sırığı tutmak için; bunlar arasında Ana’nın eli de vardı.

“Yaşasın emekçi halkımız!” diye bağırdı. Yüzlerce ses karşılık verdi: “Yaşasın Partimiz!”

Kalabalık kaynaşıyordu. Mazin, Samoylov, Gusev’ler, Pavel’in yanına gelmişlerdi. Nikolay Vesovşikov başını eğmiş, yaklaşanları geriye itiyordu.

Ana, Nikolay’ın ve başka birisinin ellerini heyecanla yakaladı. Gözyaşları onu boğacak gibiydi ama ağlamıyordu. Bacakları titriyordu.

“Yavrularım!..” diye kekeledi.

Nikolay’ın çopur yüzünde geniş bir gülümseme belirdi. Elini bayrağa doğru uzatmış, bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu. Ansızın elini aşağı indirdi, Ana’yı boynundan tutup öptü ve gülmeye başladı.

Küçükrusyalı’nın tatlı, ezgili sesi kalabalığın uğultusunu bastırdı:

“Arkadaşlar, yeni bir İsa adına yürüyoruz, aydınlığın, gerçeğin İsa’sı, aklın ve iyiliğin İsa’sı! Hedefimiz uzak, dikenli taçlar yakın! Gerçeğin gücüne inanmayanlar, ölünceye dek onu savunacak gücü kendilerinde bulamayanlar, kendi kendilerine güveni olmayanlar ve acıdan korkanlar, gitsinler! İdealimizi göremeyenler bizi izlemesinler, çünkü onları bekleyen şey yalnızca keder ve acıdır. Yaşasın özgür insanların bayramı!”

 

Kalabalık daha da yoğunlaştı. Pavel bayrağı salladı. Fedor Mazin marş söylemeye başladı:

Uyan, artık uykudan uyan!.

Marş dalga dalga yayıldı kalabalığın üstünde:

Uyan, esirler dünyası!..

Ana dudaklarında yakıcı bir gülümseme ile Mazin’in ardından yürüyordu ve onun başı üstünden oğlunu ve bayrağı izliyordu. Çevresinde neşeli yüzler, renk renk gözler oynaşıyordu. Oğlu ile Andrey en ön sırada bulunuyorlardı. Seslerini işitiyordu.

“Bu kavga, en sonuncu kavgamızdır...”

Konuşanların haykırışları marşın ezgisinde eriyordu. Evlerde alçak sesle söylenen bu marş şimdi sokakta tüm gücüyle bir ırmak gibi akıyordu. İnsanları geleceğin aydınlık ufuklarına götürecek yola çağırıyor ama dürüst davranıyor, bu yolun çok zor olduğunu da bildiriyordu.

Ana’nın yanı başında hem ürkek, hem sevinçli bir surat belirmişti; hıçkırıklar içinde bir ses:

“Mitri, nereye gidiyorsun?” diye bağırıyordu.

Pelageya durmadan karşılık verdi:

“Bırakın gitsin, tasalanmayın! Ben de çok korkuyordum, benimki en ön sırada. Bayrağı taşıyan benim oğlum!”

“Haydutlar! Nereye gidiyorsunuz? Asker var orada.”

Ve birdenbire kemikli eliyle Pelageya’nın koluna yapışan uzun boylu, zayıf kadın haykırdı.

“Nasıl da şarkı söylüyorlar!.. Mitri de söylüyor...”

“Tasalanmayın,” diye mırıldandı Ana. “Kutsal bir şey bu... Kendi kendinize şunu söyleyin: Hazreti İsa uğruna ölenler bulunmasaydı eğer, Hazreti İsa olmazdı!”

Bu düşünce birdenbire doğmuştu kafasında. Öylesine yalın ve parlak bir gerçeği belirtiyordu ki, Ana’nın kendisi de şaşakaldı. Kolunu sıkan kadının yüzüne baktı, şaşkınca gülümsedi.

“Evet!” diye yineledi. “Eğer insanlar Tanrımız Hazreti İsa uğruna ölmeselerdi, Hazreti İsa olmazdı!”

Sizov yanına geldi. Kasketiyle tempo tuttu marşa.

“Açık açık söylüyorlar, Ana öyle değil mi?” diye sordu. “Bir de marş yapmışlar ki, ne marş! Değil mi Ana? Hiçbir şeyden çekindikleri yok! Ama benim oğlan mezarda...”

Ana’nın yüreği küt küt çarpmaya başladı. Geride kaldı. Onu bir yana ittiler. Kalabalıkta bir tahta perde arasında sıkışıp kaldı. Bir insan seli akıp gidiyordu önünde. Böylesine bir kalabalık görmek sevindirdi onu.

Uyan, artık uykudan uyan!..

Sanki dev bir borazandan çıkıyordu bu ses, insanları canlandırıyordu, kimilerinde mücadele azmi uyandırıyor, kimilerine karışık bir sevinç, bir yenilik önsezisi, ateşli bir ilgi aşılıyordu. Kiminde belirsiz bir umut yaratıyor, kiminde yıllar boyu birikmiş öfkenin acı baskısını boşaltıyordu.

 

Maksim Gorki, Ana, Türkçesi: Zaven Biberyan, Yordam Edebiyat, 2016, sayfa 17

 



Kapat