ABD Komünist Partisi Tarihi: Karanlıkta Işık Damlaları
Hacı Orman - kitapeki.com - 24.01.2019
Bizim kuşağın üniversite öğrencisi olduğu 90’lı yıllarda, Edward H. Carr’ın “Bolşevik Devrimi” (Metis Yayınları, 3 cilt) adlı incelemesi, bir başucu kitabıydı. Hangi fraksiyondan olursa olsun, bütün sosyalist gençler, Rus Devrim Tarihini anlamak için bu kitabı okuyup tartışırlardı.
Şimdi, aradan 20 yıl geçtikten sonra, Carr’ın çalışmasını andıran başka bir kaynakla buluşuyoruz: Haluk Gerger’in “Canavarın Ağzında” üst başlığını verdiği, “ABD Komünist Partisi Tarihi” (Yordam Kitap, 3 cilt)… Bu defa bir “zafer”in değil, bir “trajedi”nin hikâyesini okuyoruz. Fakat zamanın ruhu çoktan değişmiş olduğu içindir ki, Gerger’in kitabının bir başucu eserine dönüştüğünü sanmam. Oysa dayandığı kaynakları, arşivlerden bulunup çıkartılmış verileri, atıfta bulunduğu referanslarıyla, içerdiği paha biçilmez bilgileriyle önemli bir araştırma “Canavarın Ağzında”. Eğer tarihten ders çıkartmak diye bir şey gerçekten varsa, başka organizasyonların tecrübelerinden öğrenmek hakikaten mümkün olabiliyorsa, Gerger’in kitabı, dünün dünyası ile bugünün dünyası arasında bir projektör işlevi görebilir.
Analitik, sağduyulu ve titiz tarih çalışması
Parti’nin kuruluş sürecini inceleyen birinci cilt ve gelişme dönemini irdeleyen ikinci ciltten sonra, üçüncü ve son ciltte “çürüme ve çözülme” devrini anlatıyor Haluk Gerger. Bu kez daha fazla araya girerek, yer yer yorum yapmaktan kaçınmayarak geliştiriyor incelemesini. Yine analitik, yine sağduyulu, yine titiz; hatta bana göre ziyadesiyle ölçülü, eleştirilerini kısıtlayarak yazıyor. Özellikle Sovyetler Birliği’nin Komintern aracılığıyla diğer ülkelerin komünist partilerini nasıl kişiliksizleştirdiğini, Hitler’le ilişkiler konusunda bir uçtan başka bir uca savrulmanın bütün dünya Bolşevikleri için nasıl bir dram olduğunu, Stalin otoritesi ile anayurt olgusunun nasıl bir külte dönüştüğünü, Komintern’in esasta Rus dış politikasının bir aparatı olarak pratikleştiğini öğreniyoruz bu kitapta.
Yazar, dilediği kadar SSCB’yi, Stalin’i, Komintern’i, dönemin çetin koşullarını anlamaya çalışan, dikkatli bir inceleme yapsın; ortaya koyduğu veriler, çok daha radikal, çok daha sistematik bir yüzleşmenin gerekliliğini gösteriyor. Bu yüzleşmenin bir boyutu, belki de siyaset mekanizmasının ve genel olarak hiyerarşik yapılanmaların dünyanın her yerinde yozlaşmaya, çürümeye yol açan bir potansiyele sahip olması. Devrimci- sosyalist siyasetin tabiatı gereği bu tehlikeden yalıtık olduğunu düşünmek, naif bir yanılsamanın ötesine geçmiyor. Bu çocukça varsayım, Marksistlerin kendi ideolojilerini bütün diğer ideolojilerin üstünde görmesi ve adeta kutsal bir meşruiyet hissiyle rahatlayarak siyasetlerinin genellikle temiz kalacağı idealizmine dayanıyor olabilir.
Sorunlar, Sorular…
Nitekim “Canavarın Ağzında”nın üçüncü cildinde gördüğümüz trajik gerçeklerden biri, tüm Komintern şubelerinin ve elbette SSCB’nin, Hitler’in dünyayı kasıp kavurmaya başladığı dönemde, mecbur kaldıkları taktik manevraları canhıraş bir gürültüyle savunurlarken aslında burjuva siyasetten çok da farklı bir örnek oluşturmadıklarıdır. Konjonktürel tercihleri yahut mecburiyetleri teorize edişleri, “yüce ideoloji”yi ve o ideolojinin “devrimci siyaset”ini her durumda haklı çıkarmanın bir yolunu buluşları, “ilke”yi günlük politikanın sıcaklığı içinde yakıp duman edişleri, birçok şey, insana “galiba siyasetin ideolojisi olmuyor” dedirtecek kadar etkileyici. O nedenle, 20 yıl kadar önce Carr’ı okurken aklıma gelmeyen, belki de gelmesi mümkün olmayan şeyi bugün Gerger’i okurken düşünmeden edemiyorum. “Haklı” ideolojinin siyaseti otomatikman haklı olmadığına göre, hatta birbiriyle çatışan ideolojilerin siyasetleri birbirine benzemeye bu kadar açıkken, siyasetin daha temiz bir mekanizmaya dönüşmesi, daha az acı veren bir olguya bürünmesi, nasıl olanaklı olabilir? Bununla birlikte, “ideoloji”nin bu denli kutsallaştırılması, dünyanın kendi ideolojisinin çevresinde döndüğünü varsayan o tuhaf varsayımın büyüsü, nasıl önlenebilir ve daha rasyonel bir çerçeveye yerleştirilebilir? Yazarın bu incelemede öncelikli amacının bu sorgulamalara yön vermek olmadığını, çıkış noktasının tarihsel bir incelemeyi enine boyuna gerçekleştirmek olduğunu biliyorum. Fakat madem okuyucunun yorum hakkı var, bu kitabın bende bu sorgulama merakını uyandırdığını belirtmek isterim.
Diğer yandan Komünist Partiler içindeki ilişkiler de çok düşündürücü, çok sarsıcı. Nasıl ki Fransa’dan ABD’ye bütün Komintern Şubeleri, Naziler ve Hitler konusunda bugün rahatlıkla ‘skandal’ olarak adlandırılması gereken tuhaflıklar sergiliyor; aynı şekilde iç ilişkilerinde de sevgisizlik, merhamet yoksunluğu gibi (idealize edilmiş komünist kişilikle ilgisi olmayan) manevi eziyet alanları oluşturmaktan kaçınamıyorlar. Siyaset uğruna birçok şeyin mubah olduğu, ama siyasetin de sıklıkla değiştiği bir dünyadan söz ediyoruz; dolayısıyla dün değer / ilke olarak öne sürülen, bir zaman sonra ihmal edilebilir duruma düşüyor ve bunun etrafında örülen çatışma insan ilişkilerini zehirleyecek boyutta oluyor. Okurken, yine soramadan edemiyorsun: Bu sevgisizlik halleri sadece Bolşeviklerin değil de bütün siyasi – ideolojik örgütlenmelerin evrensel kaderi midir? Siyasi – ideolojik örgütlenmeler ve onların savunacağı kusursuzluk tasarımları, ütopya vaatleri her zaman olacağına göre, söz konusu tahribatları en düşük düzeye çekmenin yolları nasıl bulunabilir, nerelerde bulunabilir?
Devrimci – sosyalist kesimlerin Haluk Gerger’in kitabını okumalarını öneririm, hatta Brecht’in hatıralarının ikinci cildiyle (Brecht, Günlükler, İthaki Yayınları) birlikte okunsun. Böylece 1940- 1960’lı yıllarla ilgili bir hayat bilgisi, bir dünya bilgisi bulma imkânı yakalanmış olacak. Sadece tarihin karanlık noktalarında kalmış bilgilere ışık tutmakla kalmayan, günümüzün karanlığına da iyi gelecek ışık damlaları var bu eserlerde. Fakat bana sorarsanız daha önemlisi, siyasetin ve ideolojinin karanlık noktalarına bakma fırsatı verecek. Elbette böyle bir yüzleşmeye, bu türden bir sorgulamaya açık olabilenler için.